“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Türk-İslam Düşüncesinde Mektep, Okul Geleneği Üzerinden Eğitim

ALMILA Dergisi-  Türk düşüncesinde bir “Mektep” geleneği var mıdır?

O.Ş. -  İlk emri “Oku” olan İslam’ın ilk ortaya çıktığı  mekan olan Mekke’de Tevhit inancının toplumda yaygınlaşmasını zor şartlar altında  icra eden ilk okul, Hz.Erkam(RA)’ın evinde yapılan eğitim faaliyetidir. Buna “Erkam Okulu” denilebilinir. Böylece medeniyetimizde  ilk İslam eğitiminin okul geleneği “ Erkam Okulu”nda gerçekleştiği görülür. Daha sonra Medine ‘de devletin kuruluş  döneminde  “DEVLET KURUCU”  vasıflı ilk yapılan dört faaliyet  ;

  1. Mescitin  yapımı
  2. Ashab-ı Suffe okulunun açılması(ilk Üniversite)
  3. İslam toplumunda  insanların sosyal birliğin güçlü sağlanması için “Kardeşlik”  kurumunun tesis edilmesi,
  4. Milii ekonomi için Pazar yerinin tespiti

Buna göre İslam medeniyetinin devlet aşamasında yapılan yukarıda anılan dört işin ilk ikisi biri dini eğitim  ve  diğeri de dünyevi eğitim olmak üzere bunlara dayalı “okul” geleneğinin başlatıldığını görmekteyiz.

8.yüzyılda  Basra mektebi ile “okul “ geleneği İslam dünyasında devam etmişir.  Türkistan’da ki Türk’ler bu geleneği Horasan mektebi ile sürdürmüşlerdir. Endülüs ‘de doğan  4o’lı yaş civarlarında Anadolu’ya yerleşen Muhyiddin Arabi Ekberiye medresesi ile özellikle Anadolu’da Vahdet-i Vucut ekolü ile  düşünce üretmeye yönelik  “okul “ geleneği devam etmiştir.

Türkistan mektebi okul geleneği devam etmiş ,Müceddediye mektebi gibi okul geleneği sürmüştür.

Öte yandan Abbasi ve  Selçuklularla  devam eden Nizamiye medresesi, Osmanlı’ların Bursa’yı almalarıyla ilk üniversitelerini Davud-i  Kayseri yönetiminde İznik’te Kurulmuştur. Fatih’in İstanbul’u almasıyla da bugünkü İstanbul Üniversitesinin temelleri “Fatih medresesi “üzerinden gelişerek “Okul “ geleneği, Türk ve İslam medeniyetinde iç içe bir kaynaşma ile “”oku” emrinin bir tecellisi olarak devam ede gelmiştir.

Bundan dolayı okul geleneği, bilim ahlakı ve mantığı,  Türk -İslam medeniyetinin 7. Yüzyıl ile 18.yüzyıl sürecinde dünya siyasetine yön vermede ana etken olarak belirir. Bu süreçten sonra yozlaşma, okul ve bilim geleneğinden özgün üretmeden uzaklaşılmıştır.

ALMILA Dergisi-  Okul, en nihayetinde kültürel sermaye biriktirilen bir alan. Kişinin okuduğu okul, yaşam çizgisinin yanı sıra düşünsel çizgisini de büyük oranda belirliyor. Bunun sınıfsal bir tarafının da olduğu söylenebilir mi; yani kişinin okuduğu okul onu sınıfsal olarak da kendiliğinden bir yere yerleştirir mi? 

O.Ş.- Eğitim, temel de kişinin ferdi tutum  ve tavır gelişimini sağlarken aynı zamanda sosyal boyut yönüyle de yine ferdin medeniyet değerlerinin kendisine nakledilmesi ve sonraki nesle bu fert vasıtasıyla taşınmasını sağlayan ana kültür taşıyıcı unsurlarındandır. Bu noktada eğitim, ferdin özgün değerleri üzerine ferdi gelişimi  ve sosyal düşünce yapısının özüne uygun şekilde oluşmasına yol açar. Genel olarak eğitimin toplumun ideal değerlerinin taşınmasında kültürel birikimin oluşumu ve sosyal düşünce yapısının gelişmesinde son derece önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır. Bütün toplumların kendi ideal kültüründen hareket eden yöneticileri, akademisyenleri, elitleri bunun farkındadırlar. Özellikle dünyanın sanayi toplumu sürecine girdiği 19.yüzyıldan bu yana, hakim Batı medeniyeti de, bu konun önemini kavrayarak,  eğitim üzerinde “modernleşme” yi  Batı dışı toplumlara cazip göstermiştir. Batı medeniyeti  kendi eğitim yöntemini ve düşünce dünyasını  bu toplumlara ihraç ederek,Batı değerleri çerçevesinde “tek tipleşmiş” bir dünya oluşturmayı Batı, eğitim anlayışı ve akademik bilgisi yoluyla bunu sağladığı görülmektedir. 20.yüzyılda bu hakimiyetini sürdürebilmek için  hedefteki dünya toplumlarına “neo-kolonyalizm” yoluyla bu toplumların sosyal düşünce  yapısını eğitim olgusu ile sağladığı görülür. Bu noktada bu hedef ülkelerde “elit okul, elit üniversite “ algısıyla ihraç kültür naklinin gerçekleştiği söylenebilir. Bu seçkin olarak algılatılan okul ve üniversiteleri bitirmek, Batılı değerlere daha yakın durma  ve sosyal hayat ta ekonomik ve statüsel anlamda daha yüksek mevkileri işgal etmeyi kolaylaştırdığından eğitim, okul bir kültür nakli ve sınıfsal yapının ayrımlaşmasının ana belirleyici temalarının başında gelmektedir.  

ALMILA Dergisi --  Kamuoyunda “farklı” olarak algılanan üniversitelerin (ODTÜ, Boğaziçi, Siyasal vb.) bu hegemonik üstünlüğünü nereden almaktadır?

O.Ş.- Bu okullar,  özellilkle geleneksel Türk-İslam değerlerine sahip ülkemizde ileri bilim yapma savıyla özde Batı kültür değerlerini ve düşünce yapısını başta sosyal bilim bölümleri yoluyla “batılılaştırma” sürecinin resmi kurumları olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Fen ve mühendislik alanlarında ise bu okullar patentli olma daha iyi iş ve statü  imkanına kavuşmayı kolaylaştırması buralara  olan ilgiyi artırmıştır. Bu ilginin yönlendirilmesi özellikle laik, seküler, jakoben Türk bürokrasisi ve seküler zihniyete sahip medya  tarafında idealize edilerek topluma  daha iyi bir yaşam için bir ulaşılması gereken hedef olarak  sunulmuştur. Bu yönüyle Eğitim metodolojisi,  ferdin sosyal düşünce dünyasının okul(üniversite) yoluyla şekillenmesini ve makro anlamda da toplumun  hangi bilgi ve  dünya görüşü ile kontrol edilmesini sağlama konusundaki asli görevi ile bu okullar Türkiye’nin hegemon batı düşüncesinin resmi ve  kalıtımsal oluşumuna hizmet eder olmuşlardır.

ALMILA Dergisi- Osmanlı’dan günümüze yabancı menşeli okulların varlığı sizce kültürel çoğulculaşmaya mı yoksa kültürel çatışmaya mı sebebiyet vermiştir? Söz konusu okulların varlığı Türk düşüncesini nasıl etkilemiştir?

O.Ş. - Çoğulculuk kavramı özgün Türk toplumunun değerleri açısından bakıldığında farklılıkların içinde birliği,  sağlarken, Pozitivist, liberal kapitalist modern dünyada ise çatışmacı kültürün oluşmasının ana damarını ifade eder. Bu anlayış temelde Batı’da çoğulculuk zihniyet kökeni; “insan insanın kurdu dur”, her şeyi ekonomi mantığına göre düşünen bencil “homo economicius” ideal insan tipolojisinin egosantrikliğini yaşamasını  ve bu bireyin “farklılığını koruması ” için gerekli bir kavram olarak ortaya çıktığı görülür.    Bu okulların varlığı batı kültürünün bu çoğulculuk zihniyetine göre, Türk toplumu gibi İslami değerleri üzerine kültürel kodlarını oluşturmuş bir yapıda kültürel çatışmanın oluşumunu sağlayan ana kaynakların en başında gelmektedir. Bu okulların takip etmiş olduğu pozitivist düşünce  “gördüğüm vardır ve ancak bu bilimin konusudur” diye açıklama yapan bir metodoloji takip ettiğinden salt aklı öne çıkaran bir özelliğe sahiptir. Buna karşın Türk toplumun özgün bilgi metodoloji ise “akıl(görme) vahiy(iman)” birlikteliğinden hareketle açıklandığından, pozitivizmin görmediğim yoktur dan hareketle  görmediğini  bilimsel olarak açıklayamama niteliği, özllikle sosyal bilimler açısında Türk düşüncesi üzerinde seküler, ateistik bakışın gelişmesine yola açıcı tesirler bırakmaktadır. Bu noktada Batı eğitim metodolojisi, okul geleneği, sosyal bilimler yöntemi ve bunun Türkiye’de uygulayan bu değerlere bağlı eğitim veren üniversite kurumları; Türk-İslam medeniyetinin bilgi yönetiminin tam zıddı bir etkiye sahip olarak bu kurumlar üzerinde Türk toplumunun düşünce dünyası ateistik terimlerle Batıllaştırılma ve çatışmalar üzerinden sosyal kaosa sürüklenmesi sağlanmış olduğu söylenebilir. Bu durumda Türk toplumunun sömürülmesine, bu kurumlar vasıtasıyla sosyal düşünce üzerinden bağımlılaştırılmasına ve jakoben elit bürokrasinin iktidar seçkinleri olarak etkinliğini açık ve gizli olarak devam ettirmesine yol açmaktadır. Bu etki 2014 Türkiye’sinde hala mevcut bulunmaktadır.

ALMILA Dergisi -Eğitim de ekolleşme sizce ne manaya geliyor?

O.Ş.  - Eğitim de ekolleşme,  düşünce okulunun kurulmasını ifade etmektedir. Bu ise toplumun düşünce geleneğinin varlığına dikkat çekmektedir. Buna göre herhangi bir toplumun düşünce geleneğinin bulunması, iki şeyi ortaya çıkarır. Bunlardan ilki, o toplumun kendine has düşünce geleneği ile diğer toplumlardan farklı oluşunu ifade etmektedir. İkinci olarak da özgün düşünce geleneğinin kuramsal boyutunu ve buna dayalı olarak da kendine has bir medeniyet tasavvurunu ortaya koyması özelliği taşıdığının bulunduğunu belirtir. Bu ikinci özelliği biraz açmak gerekirse, bu özellik, bir toplumun düşünce ekolünün bulunması yani özgün düşünce okulunun varlığını göstermektedir. Bu ise o toplumun özgün olarak eşyayı, kainatı, insanı, toplumu ve bütün bunların Allah ile olan irtibatını nasıl değerlendirmesi gerektiğinin şahsiyetli bilgisine sahip olmayı gerekli kılar. Buna göre eğitimde ekol sahibi olmak toplumunun özgün sosyal düşünce dünyasına göre; iktisat, sosyoloji, felsefe,  siyaset, eğitim, edebiyat, tarih felsefesi, antropoloji gibi alanlarda  “kendine göre” veya  “izafi” likten hareket eden bilgi üretilmesi anlamına gelir.  Bu ise dünya toplumlar ailesi içinde “kendine göre” bir kimlik inşa etmeyi, karekteriolojik niteliğinin muhtevasını ve özgün şahsiyete sahip bir  duruşun bilgi ve ahlak ile sunumunu ortaya koyar.

ALMILA Dergisi -Türkiye’de  aydınlar üzerinde  içinden geldikleri okulların  tesirini nasıl değerlendirebiliriz? Mesela bir mülkiye kökenli aydın ile Boğaziçi  kökenli aydın arasında düşünsel manada bir  farklılık varmıdır?

O.Ş.  - Türkiye dünyanın son bin yılının ilk sekiz yüz yılında  “kendine göre “ bir medeniyet anlayışı çerçevesinden dünyaya ekonomik, siyasal, ahlaki, toplumsal, hukuki unsurlar başta olmak üzere bir model sunmuş ülkedir. Üstelik bunu, dünyanın kontrolü en zor ve üzerinden sürekli hakimiyet kurmaya dayalı çetin medeniyet çatışmalarının yaşandığı bir  coğrafyasında yani ANADOLU merkezli bir konumda, bunu  gerçekleştirmiş tek ülkedir. Bu yönüyle 19.yüzyıldan itibaren yükselmeye başlayan Batı medeniyeti ve onun unsurları,  “ seküler eğitim olgusu “ ve  “Batı zihniyet değerleriyle donandırılmış aydın yoluyla”   Anadolu’da ki Türk –İslam etkinliğini kırabilmeyi amaçlamışlardır. Bundan dolayı Türkiye’de yerli düşünce dışı yani Batı seküler değerlerine dayalı görüşü benimseyen ve bunu yaşam tarzları eşliğinde savunan aydınların yetiştirildiği, bunların ait oldukları blokların görüşleri çerçevesinde okullar ve ekolleşmeler gelişmiştir.

Örneğin 1807’de Sultan 3. Selim’in tahttan indirilişi bir Fransız operasyonu’dur. Bundan dolayı bu tarihten itibaren halen günümüze değin Türkiye ‘de  “Kaos”cu geleneği taşıyan atestik Fransız sosyal düşünce geleneği; laiklik, jakobenizm, laisizm, sekülerleşme, pozitivizm konu başlıklarıyla Türkiye’de etkinliğini devam ettirmekle birlikte bu sosyal düşünce ekolü, özellikle mülkiye gibi Türk sosyal bilimini ve yönetici aydın tipolojisinin şekillendiği okullarda seküler-pozitivist “sistem inşa “sı gerçekleşmektedir. “Cumhuriyet modeli” bu sistemin meşrulaştırıcı konumundadır.

Öte yandan  yine Türkiye’ye  1800’lerin başından ve sonrasında da Tanzimat süreci ile birlikte A.Smithyan ve Ricardogil iktisat  anlayışı üzerinden liberal-kapitalist iktisat modeli, dönemin İngiltere’sinin İstanbul büyükelçisi ve  İktisatçı Urquat tarafından Osmanlı İktisat düşüncesini yönlendirme adına yeni bir ekolleşmeyi görüyoruz. Bu şahıslar, saraydaki Batıcı Tanzimat bürokrasi marifetiyle tepeden topluma bindirildiği İslam geleneği dışı liberal  iktisat düşüncesinin ”kozmozcu” anlayışını da,  demokrasi savunuculuğu üzerinden Anglo-Sakson’cu bakış açısının  Türk aydını üzerinde oluşmasını sağladığı görülür. Bu ekolün önceleri İngiltere’nin etkinliğinde daha sonrada 20.yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren de Amerikan etkisinin Türkiye’deki aydınlar üzerinde ortaya çıktığı görülür. Bu  sözde aydınlar, ama esasında obskurantizm(karanlıkta bırakma) içine düşmüş; Türkiye’de ODTÜ, Boğaziçi üzerinden liberal-kapitalist iktisat düşüncesinin oluşmasına hizmet etmişlerdir.  Türkiye’yi bu okullar aracılığıyla Anglo-Sakson geleneğine bağlanmasına, bu yolla da Protestanlaştırılmış Türk sosyal düşüncesinin oluşumunun sağlandığı görülebilir. Bu noktada Sombart’ında Protestanlık ile Yahudilik arasındaki kurmuş olduğu güçlü ilişkiyi de, 1911’de yayınlamış olduğu “Kapitalizm ve Yahudilik” adlı çalışmasından öğrenmekteyiz. Buna göre İngiliz ve Amerikan geleneğini, Protestanlık-Yahudilik ilişkisi zihniyet kök temelli sosyal bilim anlayışını üzerindeki etkisini görmek mümkün hale gelebilmektedir. Türkiye’nin bu okullar, ekoller ve buralardan yetişen seküler diplomalılar(bunlara aydın denemez) vasıtasıyla sosyal düşünce üzerinden bu etkiye açık hale getirildiği söylenebilir.

Türkiye üzerinde bir üçüncü etkinin de Alman düşünce geleneğini üzerinden  oluştuğu  da belirtilebilinir.  Bu yolla da özellikle Herder ve  F.List in Batı Hırıstiyan teolojisinin etkisi bağlamında Batı Hıristiyan teslis inacına dayalı “kültür milliyetçiliği” olgusunun Türkiye’de Türk milliyetçiliği düşüncesi üzerinde bir yönüyle pozitivist diğer yönüyle de Hıristiyan teslisliğinin zihniyet kök değerlerinin üzerine kurgulanmış olan bir  milliyetçilik düşüncesi oluşmuştur.  Bunu da Weber, Hegel, Dilthey üzerinden hermonotikçi bakış ile Türk-İslam milliyetçiliğini şekillendirmeye çalışan bu grubun varlığı,  milli kültür ekolü açısından yabancılaşmamızı ifade eden bir aydın! tipinin varlığını da bilmek gerekmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de, seküler değerler ve liberal -kapitalizm üzerinden Alman geleneğinin bu yönünü de temsil eden bir başka aydın görünümlü kitlenin varlığı da söz konusudur.

ALMILA Dergisi - Türkiye’de üniversitelerin ekol sahibi olamamasının arkasında yatan gerekçeler nelerdir?

O.Ş.  - Bunların başında gelen ilk neden, Türkiye’nin son binyıldaki süreçte Batı’ya, Batı paganizmine karşı İslam savunuculuğunda aramak gerekmektedir. Özellikle aynı çağ içinde bir medeniyetin diğer medeniyet/lere göre öne çıkmasındaki ana etkenin, “özgün sosyal düşünce” yapısı olduğu bilinmelidir. Bu “özgün sosyal düşünce” yapısının etkisini de, üretmiş olduğu eğitim sistemi ve bu sisteme dayalı “ideal insan” yetiştirilmesinde aramak gerekmektedir.

Bu bağlamda medeniyet inşasını bir formülle belirtecek olursak bunu şöyle izah edebiliriz: Medeniyet İnşası: Özgün Sosyal Düşünce+ Üniversite+ İdeal İnsan

Buna göre Müslüman Türkler, üniversite ekolünü kendi inanç sistemine göre kurma gereği bulunmaktadır. Buna yönelinmediği vebunun yerine bilim sanılarak, pozitivist modernleşme ideolojisini alıp “bilim” şeklinde Türk üniversitelerinde sosyal bilim eğitimi vermek,  Türk üniversitelerinin ekol sahibi olamamasını sağlayan ana belirleyici konumdadır.

ALMILA Dergisi -Üniversitelerde bir düşünce geleneği oluşması için neler yapılabilir?

O.Ş.  -  Cumhuriyet dönemi Batı’lı sosyal düşünce dünyası ve bunun üretmiş olduğu gündelik yaşamın Batı modernleşmeci aklına göre yapılandırılma sürecidir. Bu süreç, 2007’den itibaren giderek irtifa kaybetme dönemine girmiştir.  Modernleşme süreci Türk üniversitesinin yukarıdan aşağıya pozitivist bilgi üretmeyi ve buna göre de toplumu ve düşünce dünyasını la-dinilik üzerinden sekülerleştirme bakış açısını diri tutmuştur. Türkiye buna dayalı düşünce geleneği içinde bulunmaktadır. Bu gelenek hala da üniversitelerde ve Türk toplumun sosyal düşünce dünyasında varlığını sürdürmektedir.

Türk toplumunun “Yeni Türkiye” ve hatta” Büyük Türkiye” olabilmesi için özellikle hem üniversite üzerinde İslam medeniyet merkezli, düşünce geleneğinin hem de akademisyen zihniyetinde, bilgi metodonun özgünlüğü üzerine yeniden kurgulanmasının gereği bulunmaktadır.

ALMILA Dergisi-Türkiye’de dini grupların açmış oldukları okulların uzun vadede bir düşünce  ekolü oluşturma imkanı varmıdır?

O.Ş.  - Türkiye’de İslami dini gruplar üzerinde  hareketle sorunuza cevap vermek gerekirse,  Türk toplumunun özgün/tevhitçi sosyal düşünce yapısını yönlendiren İslam’ın, bu noktada ne söylediğine bakmak gerekir. İslam üç ana blok üzerine inşa edilir. Bu üç blokun bilgisi de kendi içinde ayrı kanallardan hareket ederek sonuçta tevhit in sosyal düşüncesi üzerinde birleşir.

İslam’ın üç ana blokunun birincisi akaid ilmidir.  Bu ilim, iman odaklı bir ilimdir.  İnsanın kalbinde Allah’a imanı, önce  akılsal bilgi ve sonrasında  bu akılsal bilginin kalb de derin bir inanış, itaat ve duygusal kabul ile şekillenmiş olmasını açıklar.

İkinci blok ise İslam’ın emirlerinin kurallarıdır. Buna fıkıh yani İslam hukuku denir. İnsan bu kurallar vasıtasıyla, dış dünyada ibadetlerini nasıl yapacağının şekilsel oluşturucu taraflarını öğrenir. Örneğin abdet nasıl alınır, namaz nasıl kılınır, oruç ne zaman başlar,kimlere zekat verilir vs..

Üçüncü özellik ise tasavvuftur. Tasavvuf insanı güzel ahlaklı olmaya dönüştüren bir kalp+akıl bütüncüllüğünün ilmidir.  Kalpdeki kötü duyguların iyiye dönüştürülmesini sağlayan, insanın “kamil” hale gelmesinin yolunu açan bir özel ilimdir. Yani hem “akli” hem de “nakli” ilimlerin bir bütünüdür.

Bunları neden açıklama ihtiyacı duyduk. Çünkü Türkiye’de dini grupların eğitim metodolojisi, onların benimsemiş oldukları eğitim ekolüne göre bir düşünce yapısını ortaya koydukları söylenebilir. Buna göre Türkiye’de din işlerini düzenleyen resmi otorite olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, bu noktada Cumhuriyet ideoloji eksenli bir fıkıh düzenleyiciliği üzerinden formalist, şekilsel İslam bilgi yöntemini takip etmiş olduğundan, İslam’ın sadece rasyonel algısı bölümüne hitap eder konumdadır. Bu ise İslam’ın Tevhitçi/Bütüncül karakterine uygun düşünce ekolünün gelişmesini mümkün kılmamaktadır. Ancak Yeni Türkiye sürecinde jakobenistik etkiden nispeten kurtulan bir İslam’ın tevhitçi özüne doğru bir yönelişi görmek mümkün olmakla birlikte, Türkiye’de resmi din kurumu, henüz bütüncül İslam geleneğinin bilgi yöntemini Türkiye’nin özgün düşünce ekolü olarak Osmanlı sonrasında bunun yeniden oturtmasına biraz daha çaba sarf etmesi gerekir gözükmektedir.

İkinci olarak Türkiye’deki İslami dini grupları kendi içinde iki ayrı topluluk türü olarak ele almak gerekir. Bunlardan birincisi salt akıl merkezli metodla çalışan dini gruplar ki bunlar günümüzde siyasi dünyamızda cemaat olarak değerlendirilen risaleyi nur hareketidir. Bu grupta kendi içinde okuyucular, yazıcılar ve Fetullah Gülen’in grubu şeklinde üç gruba ayrıldığını görmekteyiz. Bunların içinde okuyucular ve yazıcıların da F. Gülen hareketinden farklı bir algı yönteminin varlığı bilinmektedir.

1905 ve sonrasında Cumhuriyetin ilk zamanlarında, Türkiye’de; rasyonalist ve  ateistik zihin kodları taşıyan pozitivist düşünce yönteminin etkisiyle,  Allah’a imanın inkar edilmesine yönelik sosyal düşüncenin gelişmesine yönelik bir  sosyal tesir alanı oluşturulmuştur.

Türkiye’de  Risaley-i Nur ekolün kurucusu olarak Said-i Nursi Hazretleri,  bu İslam karşıtlığının olumsuz sosyal düşünce tesirine karşı,  yine İslam’ın akıl yoluyla Allah’ı varlığını ve birliğini ispat eden bir  “imani akılcılıkla”, imana davet yöntemini ortaya koymuştur. Bu noktadan hareket ise günümüz Türkiye’sin de, birbirlerinden üç ayrı alt ekolleşme ile varlığını devam ettirmektedir. Son dönemlerde Türkiye’de F. Gülen hareketinin takip etmiş olduğu rasyonalist İslam, Batı seküler rasyonaliter düşünce ekolü ile yöntem itibariyle “paralellikler arz “ ederek, aklı + vahiy bütünselliğine dayalı İslam’ı,  salt akıl üzerinden sekülerleştirme çabaları içine girmiş olarak görmekteyiz. Bu yönüyle Batı rasyonalist sosyal düşünce ekolü ile “paralellik taşır” hale gelerek, bu yöntemi Pensilvanya’dan yönlendirdiği görülmektedir. Risaliy-i Nur görüntüsü üzerinden bu Batı rasyonelliği ile paralellik taşıyan Gülen  ekolleşmesinin ise İslam’ın özüne aykırı ancak bir tahrif hareket ekolü olarak görülebilecek bir noktaya kendisini taşımış olduğu söylenebilir.

21. yüzyıl da ise Batı’lıların neo-tasavvuf çağı dedikleri bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu noktada toplum hayatında, sosyal hayata yön veren kurumların işleyişinde din-toplum eksenli, gelişmeler giderek daha da artan bir etkiyle yeni toplum şekillenmelerinin varlığı ortaya çıkacak gözükmektedir. Bu bağlamda zaten modern dönem la-dinilik üzerine kurulmuş bir sosyolojik evre idi. Din yerine sosyal sistemde modern insan; laik, seküler, jakobenik duygular taşıyan, hedonist egosantrik insandır.  Batı medeniyet ekseninde dahi, Post modern süreç, din-toplum ilişkilerini benimseyen medeniyet, ahlak, kültür unsurlarının toplum sistemlerine yön verme arayışının yaşandığı bir dönemi ifade etmektedir. Bu noktada hem dünya da hem de Türkiye’de metafizik algının, sosyal sistemlere yön verici bir mahiyet taşımakta olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeler etkisiyle, Türkiye’de dini grupların okulları ve bunların oluşturacağı düşünce ekolleri meselesine ancak bu alt yapısal yaklaşımdan sonra doğru ve anlaşılır cevap vermek mümkün olabilir.

Türkiye cemaat okulları diye güncel dilde bilinen F.Gülen okulları bu noktada , Türkiye’nin özgün İslam tevhitçi düşünce ekolünün yeni dönemde etkin olmasını sağlayacak türde herhangi bir özgünlüğünün bulunmadığı gibi  Batı rasyonelleşme metodunu takip ederek, böyle bir amacının da olmadığı da görülmektedir. Bunun iki nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki, F.Gülen hareketinin Said-i Nursi Hazretleri üzerinden hareket ediyormuş gibi gözükmelerinden kaynaklanan metodik hatalarıdır.  Yukarıda da belirtildiği gibi Said-i Nursi hazretleri, hizmet verdiği dönemde Pozitivizm Türkiye’ye girmiştir. Pozitivizm  akımı; akıl ve dolayısıyla duyu organları vasıtasıyla gördüğünü “var kabul eden” bir düşünce anlayışını hem dünyaya hem de özel de  Türkiye’ye yerleştirmeye çalışır. Cumhuriyet ideolojisi ise,  tasavvuf düşüncesi ve tasavvuf büyüklerini “yoklaştırmaya” giriştiğinden, kendisi bir tasavvuf şeyhi ya da mürşiti olmayan ama bir din alimi olan Said-i Nursi, bu dönemde Anadolu’nun Müslüman insanının imanını kaybetmemesi için o sosyolojik siyasal süreç içinde,  akıl yoluyla Kur’an açıklamaları üzerinden insan aklına, zahir dünya olaylarında incelikleri göstererek insanların iman dairesinde kalmasına hizmet vermiştir.  Dolayısıyla Said-i Nursi Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in insanın dış aklına hitap eden boyutuna dikkat çekerek de, insanın Allah’a imanını koruyabileceğini bir ikaz yönüyle, pozitivizmin Türkiye üzerinde oluşturulucak inkarcı etkisine karşı  mücadele yapmıştır. Müslüman insanın imanını koruma mücadelesinin bu yöntemi, sosyolojik bir  zaman sınırlılığı olan siyasal bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Özellikle 1950-60 arasından sonra ise, Anadolu’da tasavvuf hareketinin yeniden şekillenmeye başlayana kadar, bu sürecin ve mücadalenin devam ettiği söylenebilir. Dolayısıyla Said-i Nursi hareketi, İslam’ın anılan (1905- 1950/60)döneminde  Pozitivizmin  başta Anadolu olmak üzere İslam toplumundaki  iman inkarını kırıcı bir mahiyete sahiptir.

Said-i Nursi Hazretlerinin bu mücadelesi, İslam dinin salt  akılcı yönünden hareketle  zamana zemine ve siyasal sürecin şartlarının kendi özgünlüğüne  bağlı olarak ortaya çıkmış bir uygulamadır. Yani dönemin  insanlarının imanlarını pozitivist düşünce tesirine karşı kurtarma hareketi olarak o dönemin özgünlüğü şartları çerçevesinde ele alınması gereken bir yönü bulunmaktadır. Daha sonra tasavvuf geleneğinin 1950/60 ekseninden itibaren yeniden gelişerek toplumun akıl  ve kalbde tasdik yoluyla “iman” ve  yine kalb  eğitimi yoluyla da “ahlak” gelişimi yani İslam düşüncesini bütüncül ekolü gelişmeye başlayıp,  imana açıktan reddiye çıkarıldığı  ideolojik siyasal sürecin geçmeye başladığını görmekteyiz.  Bundan dolayı özellikle 1980’ler ve  sonrasında  yani yeni dönemde ise, bu hareket  F.Gülen okulları üzerinden Batı rasyonalitesine tekabül eden bir algı ile salt akılcı eğitimin yapıldığı görülmektedir. Oysa artık Saidi Nursi hazretlerinin zorunlu olarak takip etmek durumunda kaldığı toplumu ikaz yöntemi, sosyolojik şartların değişmesine bağlı olarak dönüşmüştür. Tevhit yeni sosyolojik şartlar içinde İslam’ın bütüncül metodolojik özüne dönülmesi gereken ikaz ve irşat yöntemine geçilmeyi gerekli kılan bir sosyal değişme süreci yaşanmaya başlamıştır. Buna göre artık İslam düşüncesinin özgün bütüncül ekolüne geçilmesi gerekmektedir. Yeni dönem de Gülen hareketi, salt akıl seviyesinde kalan bir eğitim düzeyinde bulunmakla, yani 1905-1950/60 sürecinin zorunlu yöntemini devam ettirmekle, İslam’ın düşünce ekolünü oluşturmamak gibi bir fonksiyonsuzluğu taşıdığının ortaya çıktığı görülmektedir. Bundan dolayı Gülen hareketi dünya çapında İslam adı altında okullar açmaktadır. Bu okulların  İslam adı İslam ama, bu görüntünün altında ise sistematik olarak uygulanan İslam’ın tevhitçi ruhunu veren düşünce ekolünün eksik uygulamalı  eğitim anlayışının ortaya konulduğu görülmektedir.  Bu durum ise  İslam karşıtı küresel liberal-kapitalist dünya çevresince bu okulların kabul edilmesini, onların güçlendirilmesini sağladığı söylenebilir. Böylece bu okulların salt rasyonalist eğitim yöntemini takip etmesi ile;

  • Batı rasyonel düşüncesine,
  • Batı düşünce metodunun, İslam coğrafyasında yaygınlaşmasına ve böylece metod üzerinden yeni batılılaştırmaya aracılık etmesine,
  • İslam ve İslam dünyası üzerinde düşünce birliğinin sağlanmasına yönelik çözücü bir  etki oluşturmasına  hizmet etme amacı taşıdığı söylenebilir.
Dolayısıyla bu okulların ne Said-i Nursi ile ne onun İslam’ı savunan mücadele türü ile nede İslam’ın tevhitçi/bütüncül ekolü ile ilgisi bulunmamaktadır.

Türkiye’de diğer  dini gruplar olarak  tasavvufi ahlak okulu özelliğinden hareket eden İslami topluluklarının ise bu noktada İslam’ın bütüncül bilgi yönteminden hareket etme temayüllerinden söz edilebilinir. Zaten tasavvuf ekolü, düşünce geleneği okuludur. Türkiye’de özel de Said-i Nursi Hazretlerinin Cumhuriyet ideolojisi ve pozitivizm ile mücadele dönemi haricinde, İslam tarihi içinde, İslam ‘ın bütüncül/tevhitçi düşünce yöntemi ve okullaşması, ağırlıklı olarak tasavvuf geleneği içinde yer ederek geliştiği görülmektedir. Bundan dolayı İslam düşünce anlayışının yerleştirilmesine ve bu yöntemin bilgi üretebilmesi için  ve dolayısıyla yeni Türkiye döneminde tasavvuf ekollerinin bütüncül bilgiden hareketle akademisyen ve düşünce adamlarını yetiştirme gereği bulunmaktadır. Bu noktada ekolleşme ve ekolleşme üzerinden düşünce adamı yetiştirme uygulaması uzuna yakın orta zamanlı bir uğraş olduğundan, 28 Şubat süreç travmasından sosyolojik süreç itibariyle yeni çıkmış Türk tasavvuf hareketinin, henüz bu noktada ileri bir konumda olduğu söylenememekle birlikte, Türk toplumunun özgün çıkışının da bu ekolleşmeden geçtiğine yönelik çalışmalarında var olduğu görülmektedir. Bu noktada önümüzdeki 5-10 yıl süreci bu ekolleşmeyi ortaya çıkaracak bir mahiyet taşıdığı söylenebilir.

KAYNAK : ALMILA Fiki ve Kültür Dergisi, sayı 20, 2014, ANKARA Sayfa 182-187

Yazarın Son Makaleleri

Sosyal Ağlarda Paylaş

Twitter Facebook Google+ E-mail

Kategoriler

Son Yazılar