“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Nurettin TOPÇU

Nurettin Topçu…
 
20.yy. da milletimizin yetiştirdiği en önemli fikir adamlarından biri olan Nurettin Topçu, müstesna bir hareket adamı ve münevverdi. 66 yıllık yaşamını, milletimizin meseleleri için harcayan bir medeniyet işçisi ve nadir bulunan bir mütefekkir idi. Yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül veren, sabırlı, azimli, gösterişsiz, ruh cephesinin fedakâr ismi Nurettin Topçu, içe dönük sakin bir mizaca sahip bir düşünürümüzdü. Nazik ve kibar bir insan olmasının yanında, üstün zekâsı, muhakeme gücü ve hitabetiyle kitleleri tesiri altına alabilen idealist bir yazardı.
 
Nurettin Topçuda muazzam bir Anadolu sevgisi vardı. Suyundan tutunda sarp kayalarına kadar Anadolu’nun her şeyine hayrandı. Anadolu ile ilgili yapılan sohbetlere bayılırdı ve bu meclislere katılmaya özen gösterirdi. Mustafa Kutlu onun bu özelliği hakkında şöyle demiştir:”Defalarca anlatmana rağmen Munzuru anlat bana. Demek ki 500 yüz metre süt gibi beyaz akıyor ha!” derdi.
       
Nurettin Topçu, gençlerle sohbet etmekten çok hoşlanır bu sohbetleri her fırsatta yapmaya çalışırdı. O sohbetlerinde insanlara benim söylediklerim doğrudur, bunları mutlaka yapmalısınız diye telkinde bulunmaz; sadece doğru bildiği hak bildiği bilgileri insanlarla paylaşır idi.
      
Nurettin Topçu, insana çok önem verir. Ahlaklı olmanın da ilk şartlarından biri olarak da insana duyulan hürmeti ve saygıyı görürdü. Talebelerini bu doğrultuda yetiştirmeyi kendine borç bilirdi. Ona göre ahlaklı olmanın ilk şartı: “İnsanın her şeyden ve dünyalardan değerli, hürmete layık olduğunu kabul etmektir. Yapmamız lazım gelen ilk iş, garbın aşkını değil, insan ruhuna müptela aşığı olacak bir zümre yetiştirmektir. Aşkın ve dinin bulunduğu yerde insan pek büyük bir varlıktır. “
Göktürk KAFKASYALI

Nurettin TOPÇU (1909) – (1975)
 
Nurettin Topçu, İstanbul Süleymaniye'de doğar. Altı yaşında Bezmialem Valide Sultan Mektebi'nin ana kısmına yazılır, Burayı bitirdikten sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi (şimdiki İstanbul Lisesi civarında) ne verilir. Mektebi birincilikle bitirir. Osman Nurettin, Vefa İdadisi'ne devam eder. Birinci sınıfta babasını kaybeder. Topçu Vefa İdadisi'nde de sınıflarını birincilikle geçer. Felsefeye bu sıralarda meyleder. İdadi tahsilini İstanbul Lisesi'nde 1927–28 ders yılında edebiyat bölümünü pekiyi derece ile tamamlar. Liseden mezun olan Topçu, kendi kendine Avrupa'ya tahsil imtihanlarına girer, kazanır ve Fransa'ya gider. Üniversitede felsefe tahsili görür. Strasbourg'da doktorasını hazırlayan Topçu, Sorbonne'a gider, doktorasını verir. Bu tez Paris'te kitap halinde yayınlanır ve yurda döner. Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak görev alır.  Nurettin Topçu "Hareket" dergisi'ni İzmir'de bulunduğu yıllarda yayımlamaya başlar. 27 Mayıs 1960'a kadar uzun yıllar, Robert Kolej'de tarih okutur. 27 Mayıs'tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verilir. Son olarak İstanbul Lisesi'ne tayin edilen Nurettin Topçu buradaki görevinden emekli olur. 1975 Nisanında hastalanır. Hastalığının teşhisinde güçlük çekilir. Pankreas kanserine yakalandığı ameliyatta belli olur. 10 Temmuz 1975'de  Hakk’ın rahmetine kavuşur.  Fatih Camiinde kılınan namazdan sonra Topkapı'da Kozlu kabristanına defnedilir.
 
Eserleri:
  1. İsyan Ahlakı,
  2. Yarınki Türkiye,  
  3. Ahlak Nizamı,
  4. Türkiye’nin Maarif Davası,
  5. Var Olmak,
  6. İslam ve İnsan / Mevlana ve Tasavvuf,
  7. İradenin Davası / Devlet ve Demokrasi,
  8. Bergson,
  9. Kültür ve Medeniyet,
  10. Mehmet Akif,
  11. Büyük Fetih,
  12. Taşralı.
 
KÜLTÜR VE MEDENİYET
NURETTİN TOPÇU
 
DERGÂH YAYINLARI
3. BASKI, 2004, İSTANBUL
 
Ø   Bugün dünyamızda her şeyi eşyanın emrinde bulunduran Amerikan tekniği hâkim olmaktadır. Hakikatte bu, bir asırdan beri Avrupa’da hazırlanan, eşyanın insan üzerine zaferinin gerçekleşmesidir. Bu gerçekleşme, Batı medeniyetinin insan ve eşya, ruh ve madde yarışmasında maddenin ileri atılışlarıyla bir cephede insanın zaferi olduğu gibi diğer cephede ruh ve kültür, yani insan cevherinin inkâr edilmesiyle, arkadan vurulmasıyla yine maddenin zaferi olmuştur. Bunlardan birincisi kapitalist istihsal dünyasının, ikincisi ise komünist materyalizminin hareketlerini doğurdu. İşte bugünkü dünya buhranının sebeplerinin kaynağı, ruhla madde, insanla eşya arasındaki, eşyanın zaferi ile neticelenen bu çatışmada bulunmaktadır. Avrupa kalkınırsa milletlerinin kültüründen doğan, bir hamle ile kalkınacaktır. [s. 19]
 
Ø   Biz Batı’nın iki şeyini yanlış anladık; iki yüzünü tersinden gördük: ilmini ve ahlakını. Batılılaşmak isterken onun ilmini alıp ahlakını almamak kararını verdik. İlimle ahlakın aynı kökten çıktığını bilemedik. İlmi de güya almak isterken, bir müze malı gibi veya bir şöhret kürkü gibi mahfazalar ve bohçalar içerisinde güzidelerle münevver geçinenlerin temaşasına mahsus, cemiyetin hayatıyla alakasız bir antika eşyası halinde aldık. Gümrükten çıkarıp kütüphanelere yerleştirdik. Birçok şeyleri ezberden bilenlere diploma dağıtık, kürsüler sunduk. Üniversite binalarını sultan sarayları kadar muhteşem yaptık. Bugüne kadar hala anlayamadık ki ilim bir müzeyi andıran üniversite sarayının dört duvarı arasına hapsedilecek bir esir değildir. Üniversiteyi ne kadar muhteşem bina etseniz, damarlarınızda ilmin hayatı cereyan etmedikçe, onu dışarıdan almak kabil olmayacaktır. [s. 30–31]
 
Ø  Batı dünyasında ilkin aşk içinde hayata kavuşan ilim ve hakikat seferberliği, haris ve zalim otoriteler karşısında isyanla kendine gelebildi. Bizim Tanzimatımız örf ve adetleri düzenleyen bir fermanla değil de ruhları asırlık otoritelerden kurtaran böyle bir isyanla açılsaydı, bugün gerçekten inkılâp yapmış olurduk. Batı dünyası son asırlarında bu hürriyete sayısız kurbanlar verdi. [s. 33]
 
Ø  İdealist kendi alakalarının ve kendi sevdalarının dışında, kendi bağlı bulunduğu cemaatin arkasında sonsuzluğa götüren ufukların süvarisidir. [s. 36]
 
Ø  Hangi fedakârlıktan ve civanmertlikten söz edilse; “onu şimdi zamanı değil, daha zamanı gelmedi” diyenler vardır. Her hareketin zamanını gösterir bir listeyi sakın korkak vicdanlardan istemeyiniz; size “zamanı gelince söyleyeceğiz” diyeceklerdir. Bunlar realitelerle karşılaşmaktan bile korkan ibadet kaçaklarıdır. Tecrübe, realitelerle her cepheden temas etmektir. [s. 37]
 
Ø  Şark’ta yükseldikçe maaşa, konfora, otomobile, uşaklar sahip olma ve bu maddi hakları kazanma davasında olan münevverin karşısında Batı’da servete, rahata, kıyafete, gösterişlere, merasimlere, makamına ve istikbaline kıymet vermeyen, ilim ve irfanda yükseldikçe bu maddi değerlerden gitgide uzaklaşan münevveri görüyoruz. İlim, Avrupa’da imana götürüyor, Doğu’da ise imandan uzaklaştırıyor. [s. 46]
 
Ø  Bugünkü gibi mabet, mektep ve üniversiteden her biri diğerine yabancı, hatta çok kere garazkâr tavır alan üç müessese halinde devam ettikçe milli ruh birliği ancak bir kelimeden ibaret kalacaktır. Bu yabancılıkla garazkârlığın sebebi hakikat araştırmalarını ideal edinen milli hayata bağlı bir üniversitemiz olmayışıdır. Milli varlığımızda ıslahat yapmaya başlarken ilk adımda üniversite davasıyla karşılaşıyoruz. Zira milli eğitim davasının kaynağı üniversitedir. [s. 77]
 
Ø   Ahlakta yıkılışımız tarihimizi inkârla başlıyor. Çünkü tarihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlarsa sayısız hürmet halesi ile çevrilmişlerdir. Sevgiden ayrılmayan hürmet, ahlakımızın temelidir. Hürmet hayatımızın her sahasında, ailede, okulda, alış-veriş yerinde, gazetede, siyasette, sanatta ve dinde yaşatılır. Tarihini dosdoğru okuyamayan Türk genci gerçek atası Fatih’in hocasıyla camide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Cami, atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Baykara’nın atının yularını ve onun şair veziri Ali Şir Nevai’nin de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci insandaki büyüklere hürmetin değerini nereden öğrensin? [s. 81]
 
Ø   Aile kendi çatısı altında daha dağılmadan çürütüldü. Ana babalar, çocuklarının ahlakına istikamet vermek şöyle dursun, onların heveslerinin hizmetindedirler… Evladın iç hayatını yoğurmak için en ufak emeği esirgeyen, sade onların ceplerine dolacak madde saadetlerini emel edinen aileler, kendi yavrularının katili olduklarını bilmediler. Onların kalp ve vicdan terbiyesi yerine beden hazlarına hizmet yolunda yarışanlar, Amerikan ve Alman tezgâhlarının teknik imkânlarını çıldırasıya devşirmek için atıldıkları hayat yağması sahnesinde ruhun değerlerini çiğnerlerken çocuklarına en berbat ahlak örneği verdiklerinin bile farkında olmadılar.   [s. 92–93]
 
Ø    Sayısız tüketim hırslarının insanları köleler gibi idare ettiği devrimizde vatan haini, bu hırslarını gemlemeyip doludizgin onlara yol verendir. [s. 98]
 
Ø    Para ile şöhreti, devletle serveti seven, bunların getirdiklerinden başka hiçbir şeyi sevmez. Onun Allah sevgisi de yalandır. Cihad yolunda yürüyen, ne yakınlarını, ne zümresini, ne de kendi istikbalini düşünür. Hakk’a doğru yürüyüşte, Hak’tan başkasına bakılmaz. Aşkın şanı, kendisinden başka her şeyi unutturmaktır. [s. 99]
 
Ø  … İnkılâbı şöyle tarif edebiliriz: Bir cemiyetin kendi mazisinden kuvvet alan ve cemiyetin hayatını evvelkinden daha yüksek ruhi değerler planına yükselten, içtimai ve tabii oluşun kaydettiği sıçrayış hareketine inkılâp denir. [s. 109]
 
Ø  Milletimizin hayatında yapılan inkılâp denemeleri, iki safhada bütün inkılâp değerini kaybetti. Evvela XVIII ve kısmen de XIX. asırda yapılan inkılâplar, aşağı bir hayat seviyesinden daha mükemmel ve üstün bir yaşayışa yani ideale yükseliş vasfını kaybetmiştir. Sakal kesmek, kıyafet değiştirmek, sultanın resimlerini astırması gibi alelade örflerde ve şekilde yapılan değişikliklere inkılâp adı verilmedi ve verilemez.
 
İkinci safhada, kısmen XIX. asırda ve asrımızda yapılan inkılâpların çoğunda milletimizin, mazisiyle alakasının kesildiğini görüyoruz ki, bu hal, kendi kendini çürütmekten, kendi köklerini koparmaktan, örfler adına bir nevi intihardan ibarettir. [s. 111]
 
Ø  Anarşist, dünya nizamını bozduğu kadar ve ondan önce içimizdeki nizamı bozan adamdır. O, her çehreye bürünür: Amele olur, hayattan, dünyadan şikâyetçidir. Muallim olur, gençlikten şikâyetçidir. İnsan olur, vicdandan, insandan şikâyetçidir. Hâkim olur, iz’andan şikâyetçidir. Nerede ve ne meslekte olursa olsun onun hali, onun lütfu, onun eseri, daima yıkıcı olmaktır. [s. 122]
 
Ø  Âlemin gözleri aya çevrilmişken biz ruhumuza dönelim. Kendinden geçip de kendini bütün bütün kaybeden insanlığın kendine dönüş devri yaklaşıyor. Varlığından çıkarak tekniğe, maddeye ve makineye sığınan insanlığın, bu hoyrat ve zalim unsurlardan amansız silleyi yedikten sonra “Allah’a doğru kaçacağı” gün uzak görülmüyor. Bugün bütün ruh kuvvetlerini yitiren ve kendi mukaddesatına tüküren nesiller, kaybedilmiş nesillerdir. Bunlar hayat tarlasının çürüyen tohumlarıdır. Onlar, büyük insanlık ve medeniyet sahnesinin gözyaşları ile dolacak uçurumunu açtılar. [s. 126]
 
Ø   Genç ruhlara, din adamlarının, cennet cehennem tellallığı yapan tehditlerinden çok uzaklarda, kitapta yeri gösterilmeden, din kelimesi hiç kullanılmadan dini ruh her adımda sunulmalıdır. Varlıklarından rahmet taşıran ibadetleri bütün hareketlerine serpilmeli, iyiliğin kolay bir şey olduğu anlatılmalıdır. Onlara, iyiliği sudan, güneşten, rüzgârdan ve bir yapraktan öğrenebilecekleri inancı verilmelidir. [s. 129]
 
Ø   Kader, Allah’ın emridir. Kaderi tanımamak,Allah’ın kâinata hâkimiyetini tanımamaktır. İnsan hareketlerinden başka bütün kâinatta tabiat kanunları halinde Allah’ın emrini tanıyıp da insan hareketlerinde onu inkâr etmek, insanın kibrinden başka bir şey olmayan şaşkınlığıdır. Dağların, tepelerin veya bir küçük yaprağın niçin başka türlü değil de böyle yapılmış olmasını hiçbir insanın eseri saymıyoruz da kendi hareketlerimizin sahibi, hâkimi, yapıcısı ve değiştiricisi bizmişiz gibi düşünüyoruz. Bunun sebebi bir damladan çıkarak bir avuç toprağa kavuşan varlığımızın başka bir kudret tarafından sürüklenip götürüldüğünü düşünemeyen, buna tahammül edemeyen kibrimizin galebesidir. İnsan kibrin heykelidir. [s. 142]
 
Ø    Zulmün ezelden beri tekrarlanan klasik şekli harptir. Müdafaa ve istiklal savaşlarından başka bütün harpler, toplumlar arasında kuvvet yarışmasına dayanan ve insanlık tarihinin devirlerini ayıran, hak diye tanınmış evrensel zulüm destanlarıdır. Devlet zoruyla harbe sürüklenen zavallı insanlar günahsız olsa bile, bu harplerin gönüllü kahramanları büyük zalimlerdir. İnsan sürülerinin asrımızda zirveye tırmanan iki büyük ideali zulmü kullanıyor, zulme dayanıyorlar: Kazanmak ve dövmek.
 
Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zalim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise, âlemleri doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düşmanlardır. [s. 186–187]
 
 
İSYAN AHLAKI
NURETTİN TOPÇU
 
DERGÂH YAYINLARI
3. BASKI, 2002, İSTANBUL
 
Ø  Hareketin gayesi, her canlı türünü, kendi mükemmeline ulaştırmaktır. İnsanın da hareketi ancak, kendini mükemmelleştirmeye adanmıştır. Nitekim, insanın zevki arayıp, acıdan kaçtığı doğru değildir. Zevk kadar acı da hayat için zaruret olarak karşımıza çıkabilir ve aranabilir. Çünkü gaye, mükemmele ermektir. [s. 23]
 
Ø  Hareket insan ile Allah‘ın bir terkibidir.(Maurice Blondel) [s. 25]
 
Ø  Kendisinin ve Sonsuz’a, yani Allah’a uzanan hareketinin dışında var olan her şey artık hayalden ve vehimden ibarettir. Bu, hal, kendi birliğine kavuşmak için bir çeşit din değiştirmedir. Böylece kemale eren benlik, birliğin yolu üzerine çıkan her engele karşı koyar. Bu mücadeleden isyan hareketi, şu sözde ifadesini bulan tam bir ahlaki hareket fışkırır: ”Hakikat benim: Ene’l hak.” [s. 38]
 
Ø  Haz hayatta yıpranan unsurun bir tamir edicisi olarak kabul edilmelidir. Bu anlamda meşrudur, hatta zorunludur. Fakat hazzı hareketin gayesi yapmak, harekete sonsuza doğru hür bir gelişme hızı vermek yerine, onu daha başladığı noktada durdurmak demektir; bu, hareketin bizzat kendi kaynağında yok edilmesi olacaktır. [s. 75]
 
Ø  Her tatmin ardında çaresiz bir pişmanlık bırakır. Şehvet hayatının aşırı kullanılmasından devasız bir keder doğar.  Refah kendi ardından çoğu zaman iradeye bir güçsüzlük getirir. Haz, gerçek bir şekilde istenmiş değildir; o daha çok bir irade noksanlığının eseridir. Hayat, hareket etmek için gerekli imkânları bulamayınca kendi üzerine döner. Ve kendi kendisinin bir parazit gibi kendi cevherinden beslenir. [s. 75]
 
Ø   Hâkimiyet, dayanışmanın devamı ve zorunlutamamlayıcısıdır. Dayanışma hareketinin mümkün olabilmesi için, ferdi iradelerin birbirine yaklaşması, belli bir tarzda birleşmesi, fertlerin kendi özlemlerinde uyum sağlamaları gerekir. Ferdi iradeleri birleştirmek ve harekete geçirmekle yükümlü olan bir güç, devletin yapısını oluşturur. [s. 86]
 
Ø   İçerisinde bulunduğu toplum büyüdüğü nispette devletin gücü de artar. Aynı ölçüde, gitgide devletin elinde oyuncak haline gelen fertler de güçlerini ve önemlerini kaybederler. “İdarecilerin gücünün artması nispetinde idare edilen tarafın direniş gücü azalır”. Devletin ne kadar çeşitli memuriyeti varsa, o kadarda mevki hazırlanmıştır. Hayatını buna bağlayan kişi, yaşamak ve mutlu olmak zaruretiyle, emin bir şekilde ve uygun adımla ilerlemek için, idare edenlerle uyum içerisinde bulunmak zorundadır. Böylece devlet halktan kopar ve ona karşı gelir. [s. 88–89]
 
Ø   Mademki birbirimizle dayanışma içerisinde yaşıyoruz, kendi hareketlerimizden ferden sorumlu olmamız tabiidir. Bu anlayış fert için kendi ferdiyetini feda etmek ve uysallığı benimsemek pahasına bir teselli ve aynı zamanda bir konumdadır. Zira mademki benim hareketimden başkaları da sorumlu olacaktır, öyleyse benimde müşterek arzuya, müşterek iradeye uygun olarak hareket etmem gerekir. Bu ise, koruma vaat ederek ferdiyetin sakatlanması, inkâr edilmesi demektir. Eşitlik taraftarlarının iddiası şu delile dayanmaktadır. Eşitliğin gerçekleşmesi için ferdiyetin ve onun verimli hareketinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Gerek komünizm, gerekse devletçilik, kendi hareketi içerisinde eritmek gayesiyle insanın ferdiyetini gasp eden zümre eğilimleridir. Sorumluluğu ortadan kaldırılmakla veya azaltılmakla, fert de ortadan kalkar. Hareketin sebebi kendini eriten topluma bağlandığından, onun, efendisinin iradesine boyun eğmekten başka yapacağı bir şey de yoktur. [s. 103]
 
Ø  Bize göre inanç, düşüncenin tamamıdır; bilginin her sahasında bulunur, hakiki yani şahsa ait bilginin mahiyetini oluşturan odur; o başka varlıklar üzerine insanın hareketinden doğan hadisedir. İnancın hareket noktası tabiat-üstü âlem değildir, belki oraya sonuçta ulaşır fakat kökleri beşeri dünyada, insanın hareketindedir. [s. 127]
 
Ø  Istırap hakikatin habercisidir. Bir şeyin ıstırabını çekmeyen, onu ne tanır ne de sever. [s. 135]
 
Ø  İnanç, şuurda asla bir karıştırma ve müphem bir bilgi değildir. Keza, o, objelerin birbirinden ayırt edilmesini sağlayan bir aydın görüş de değil, fakat içinde varlıkların birliğinin gerçekleştiği bir aydınlıktır. İnanç, varlıkları birbirine bağlayan içsel münasebetlerin keşfedilmesidir; benliğin varlıklarla birleşmesi ve “birlik içinde ayrılık”tır. [s. 135]
 
Ø  İnançlarımız bizimle eş değerdedir; bizim ta kendimizdir. Bir kişinin inanç düzeninin bozulması, beraberinde bütün kişiliğinin parçalanmasını da getirir. Şahsiyet bozukluklarının ortaya koyduğu şey budur. Bütün ruh hastalıklarında, çözülmesi zihin fonksiyonlarının anormal gelişmesine yol açan bir esas unsur vardır; ruhi hayatın bütünlüğünü ancak inanç unsuru sağlayabilir. Akıl hastalıklarında olduğu gibi, derin şuur bunalımlarında da inançların baskıya ve sarsıntıya uğradığı görülmektedir; içsel tecrübenin olguları bunları göstermektedir. [s. 136]
 
Ø  İnançla iman arasında bir mahiyet farkı değil, sadece bir derece farkı vardır. Bir inancın bir iman haline gelebilmesi için, insanın ruhunda süreklilik kazanması ve hayatına da hâkim olması gerekir. Bir iman, ruhun alanını tek başına kaplamak üzere, bütün değerlerini boğarak veya az-çok onları gözden düşürerek gelişen bir inançtır.  İman basit bir inançtan, işte bu, ruhu tek başına kaplama özelliğiyle ayrılır. Varlığın sahip olduğu bütün kuvvetlerle kendisinden başka birine kendini teslim etmesi anlamında iman, aşkla aynıdır. [s. 145]
 
Ø   Akıl ile iman birbirine zıttır. “İman, bir sezgi ve hareket yeteneği olarak bir tahlil ve saf nazariye yeteneği olan aklın zıddıdır. O, akılla ayni ispat metotlarına sahip değildir. Akıl azami açıklık istediği zaman, iman asgarisi ile yetindiği için bunlar birbirlerine karşıttır” [s. 147]
 
Ø    Ruhun Allah‘la mistik birleşmede bulduğu şey mükemmel bir sükûnettir; fakat bu, kesinlikle yaşama sevincindeki, bir diğer sevinci bekleyen geçici bir sevinçteki sükûnet değildir; bu, her türlü endişenin kendisinde son bulduğu bir sükûnettir, tıpkı nehirlerin döküldüğü sakin ve uçsuz bucaksız deniz gibi bir sükûnet ki, orada her türlü endişenin daha ötesinde hiçbir şey beklemeksizin nihayet bulur. [s. 164]
 
Ø   Sanat, sonlu âlemde ebediyyen tatmin bulamayacak olan hareket iradesinin, sonsuzluk hülyasında tatmin aramak için hayal gücüne dönüşmesidir. Bu, iradenin kendi kendine, tek başına yetmeyişidir. [s. 168]
 
Ø   Açık şekilde, bu çile çekme mücadelesinden vazgeçilmesinden dolayıdır ki, İslam‘da bozulma ve gerileme başlamıştır. İslam âleminde “sosyal çöküşün dâhili belirtileri Hicret’in dördüncü asrından itibaren ortaya çıkmıştır ve asırlarca devam eden bu çöküş, bütün askeri ve iktisadi olaylarla birlikte İslam cemaatinin bugünkü dağınıklılığının gerçek sebebi olmuştur. Oysa cemaatin kurtuluşu için ilk Müslümanlar, çile dolduranlar, mistikler başta olmak üzere bir olan Allah’ın adıyla yalnız sınırlarda değil hem de devlet merkezinde, yalnız kafirler arasında değil, aynı zamanda kendi kalplerinin derinliğinde Hasan’la, İbn Vasi ile, Atabe ve Şakik ile İbn Hanbel ve Hallac ile kutsal cihad ilan ederek çarpışmışlardı. [s. 175]
 
Ø    Allah’ın yeterince bilindiğine hükmedildiği anda o, artık hiç bilinmez olur. [s. 177]
 
Ø    Nasıl ki köle hür olmak için efendisine saygı göstermeyi terk ediyorsa, mal sahibi olmak için de başkasının mülkiyetine saygıyı bırakmak gerek. [s. 184]
 
Ø  Bir hareket, ancak kendi içerisinde baş kaldırdığı bir nizama karşılık, yeni ve zorunlu olarak daha üstün bir nizamın ihtiraslı iradesini taşıyorsa isyan adını alabilir. [s. 201]
 
Ø  İsyan, gerek fertte, gerek onun ihtirasında kâinatın ve kendisinin hiçliğini ortaya koyan küçümsemedir; isyan, aşk içinde sonsuza atılarak bedenini ve ruhunu hiçe sayarcasına ıstıraba adanan harekettir. [s. 209]
 
Ø  İsyan, kurtarıcı mutlak’ın eşiğinde bile, insanı elleri havada mutlak’ın hareketini diler vaziyette tutan duadır; isyan, bu uzanmış ellerde sembolleşen, Allah’ı kendisine katılmaya ve kendi içinde isyana çağıran, ferdin tek başına asla cesaret edemediği kurtarıcı hükmü O’na verdiren bu uysallık iradesidir. [s. 209–210]
 
Ø  İsyan ışıktır; ruhtan ruha, mürşidden müride, babadan oğla sürüp gider; mürid ve oğul için nasıl ışık ve destek olursa mürşid ve baba için de aynı şekilde ışık ve destek olur; hatta böylece mürşidi de babayı da kurtuluşa götürür; bu anlamda rehber, kendi rehberine rehber olur. [s. 210]
 
Ø  İnsan ve aynı zamanda insanlık, ancak şuurlu bir şekilde isyan ederek ilerleyeceklerdir. Ve ilerleme, fertte ancak bir isyanın ürünüyse mümkündür. Onu hazırlayan, hatta zorunlu kılan değişim olmadan gerçek inkılâp olmaz. Gerçek isyan değişimdedir. İnkılâp bunun zorunlu bir sonucudur. [s. 211–212]
 
Ø  Anadolu, bin yıllık tarihinden beri, “sadece sınırlarda değil, hem de devlet merkezinde… ve aynı zamanda kendi kalplerinin derinliğinde, kutsal cihad ilan ederek” cemaatin selameti için kendilerini feda eden kahramanlardan ve şehitlerden mahrum kalmadı. Kendi mistiklik (tasavvuf) geleneğine yeniden sarılacak olan Anadolu çocukları, hem kendi nefislerinin zorbalığına hem de despotların zulmüne karşı her zaman kutsal cihad ilan edecekler ve kendi darağaçlarının önünde cesaret ve gururla, cihatlarının tam anlamıyla şuurunda olarak: Ben Hakikatim “Ene’l Hakk” diyebileceklerdir. [s. 215]
 
YARINKİ TÜRKİYE
NURETTİN TOPÇU
 
DERGÂH YAYINLARI
5. BASKI, 1999, İSTANBUL
 
Ø   Anadolu’nun kurtuluş savaşı, ruh cephesinde henüz yapılmadı. Asya’nın ilk çağından arta kalan sefaletine varis çocukları, bu topraklarda kurdukları devletin ruhuna sahip olamadılar. Henüz, yerlerde sürünen Türk-İslam ruhunu tutup da kaldıracak olan irade, hayatımızdan davacı oluncaya kadar bu toprağın insanı, eşyadan farksız bir varlıktır: Değersizdir, itibarsızdır, hürmet görmez, onun Allah’dan bir emanet olduğu bilinmez. Kuvvetlinin elinde her zaman esirdir. [s. 11]
 
Ø   Biz ne için ve kim için çalıştığını bilen insan istiyoruz. Gözlerini kapayıp vazifesini yapan cemiyet gönüllüsü, köle ahlakı yaşatan bu namuslu adam, bizim için hem bir şuursuz, hem de tehlikeli bir oyuncu, bir zorbaya esir ve bir esire zorba olabilir. Bu insan, şuura düşman olduğu halde herkese dost görünen, herkes ile dost geçinen ve karakterini her akıntıya kaptırmaya hazırlanmış esirdir. [s. 26]
 
Ø   Anadolu, dıştan gelen zorbalıkla esir edilmiş ve hareket ahlakını kaybetmişti. Başkaları için yaşayan, başka yaşayışların gayeleriyle hareket eden insan, adil insan değildir. Adil olabilmek için, hür yaşayabilecek kadar kuvvete kavuşmak, benliğinde bu kuvveti yaratmak lazımdır. Mazlum yaşamaya razı olan, adaletsiz insandır. Adil insan, istismar etmeyen ve istismar edilmeyen insandır; zorbalığa karşı gelen insandır, hakikati kuvvet yapan insandır. Ancak bu insan, hareket ahlakının samimi sahibidir. [s. 26–27]
 
Ø   Namuskârlığımızın en büyük düşmanları olan şöhretle serveti, ihtirasla iktidar aciz bırakacak, bu cazip musibetlere önünde diz çöktürtecek kuvvet, ilahi kaynaktan gelen bir hareket ahlakının cemiyet nizamı haline koyulması, ahlak ile iktisadın şahane bir anlaşma halinde yaşatılmasıdır. [s. 29]
 
Ø  Sade bir harpten muzaffer çıkmak bir milletin kurtuluşu demek değildir. Böyle bir hareket, sonsuzluğa çevrilmiş ve sonsuzluğa yönelten irade ile yapılmışsa kurtuluş getirir. Bazen esaret ve felaket dediğimiz haller, sonsuzluk iradesine teslimiyeti bize sağlayarak bize hareket ahlakını getirici oldukları takdirde, kurtarıcı oluyorlar. “Ölüden diriyi, diriden ölüyü” çıkaran kudret, sefaletlerimizden kurtuluşumuzu, bahtiyarlıklarımızdan ve en parlak emellerimizin gerçekleşmesinden de gerçek musibetleri ve felaketlerimizin davasız olanlarını çıkartabiliyorlar. [s. 30]
 
Ø     Cemiyetin en büyük lutfu alkıştır. Fahişe de olsa, bir kere alkışladıktan sonra o insanı sever ve ona teslim olur. Bu sebepten kurnaz avcılar, ne yapıp yapıp bir kere alkışlanmak isterler.… Hem kendini alkışlatmak, hem kendini alkışlayanları övmek; işte cemiyet cambazının muhteşem sırrı. [s. 45]
 
Ø  Bugünkü cemiyette ortaklaşa idealimizin “eğlenme ve boş vakit geçirme” oluşu, gerçek tatminlerden mahrum olduğumuzdandır. Hep birbirimize karşı kullandığımız zekâ, hepimizi zehirledi. Ailede ve meslekte, ticarette ve mektepte, dostlukta ve devlette siyaset, insanlığın masum ruhuna yapılmış suikast oldu. Cemiyet, bu siyasetin kurbanıdır. [s. 49]
 
Ø  Tasavvuf, İslam’ın ahlaki özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefi yaşayıştır. Tasavvuf içinde de çeşit çeşit felsefi görüşler doğmuştur. Tasavvuf milletimizin ruhunu derinden derine işledi. Öyle ki Yavuz’da Mevlana’dan cezbeler bulmak, Mehmed Akif’de Yunus’un çilesini tatmak kabildir. Ancak büyük milletin başardığı İstiklal Harbi ise Anadolu’nun ruhuna sinmiş bulunan bu cezbe ile bu sonu gelmeyen çilenin bir meyvesidir. [s. 60]
 
Ø  Türk milleti, kendi felsefesinin ifadesini dilinin ucunda saklıyor. Sade bir şeye muhtacız: duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven münevverlere. İşte bu hasretimiz giderildiği, sözde münevverlerimizin gözleri Batı’nın ufuklarından milletin kalbine çevrildiği gün bizim de felsefemiz yapılacaktır. [s. 64]
 
Ø   XX. asrın milliyet Avrupa’sının yaşatıcı kuvvetlerinin başında büyük sanayi bulunmaktadır. Büyük sanayinin XX. asırda kazandığı rakipsiz zorbalığa ve onun zümre istibdadını hazırlayan gayesi her şeyi tanımaktan ibaret olan XIX. asrın idealsiz müspet ilimciliği olmuştur. Müspet ilim, ruhi ve ahlaki değerlerle insanlık içinde bir rönesans yaratacak yerde, Avrupa milletlerinin insanlığı gittikçe daha mükemmel ve teminatlı şekilde istismar edebilmeleri için, arzın ham maddeleri üzerindeki sarsılmaz saltanatlarını temin etti. [s. 75–76]
 
Ø   İslam rönesansı, ortaya koyduğu, cemaat, hikmet ve fazilet esasları ile, cemiyete hâkim olan asillik ve kölelik gibi sınıf farklarını ortadan kaldırırken, diğer taraftan cehaletle taassuba bağlanmayı yok etmiş, haksızlıkla cehalete karşı açtığı bu cihatların yanında ve belki de hepsine üstün olarak nefse karşı cihad idealini âleme yaymıştır. [s. 83–84]
 
Ø   Fatih Sultan Mehmed’de bir sanat rönesansına hazırlık var gibidir. İkinci Bayezid, bu rönesansın ilim sahasında temellerini kurmaya, bilindiğinden çok fazla çalışmıştır. Yavuz’da, imanlı milliyetçilik davasının bir dehasını buluyoruz. Lakin bu idealistlerin eseri bir asırdan biraz fazla zaman geçince İslam’ı temsil edenlerin hayat aşkını öldüren anlayışsızlıkları ile haçlıların nefes aldırmayan tazyikleri yüzünden söndü ve sonraki asırlara bir Sinan’dan başka bir şey bırakmadı. [s. 95]
 
Ø   Dıştan esaretimiz, otoritelerin elinde çektiğimiz esarettir. Zorba fikirler ve kara kitaplar elinde çektiğimiz bu esaretin asırlık tarihi var. Bize diyorlar ki, “Şu kitabı al, oku. Şuurunu kullan; düşün, hisset. Hepsi iyi, ancak bunda ne yazılı ise hepsine inanacaksın. Hele inanma da gör. Yumruk, şiddet, mahkeme, ölüm, hepsi senin için!” o halde düşünmek, hissetmek ve şuurunu kullanmak ne oluyor? Sizin gayenize hâsıl olmak için, bunların hiçbirine başvurmamalıyım. Hatta okumak da boşuna. Ne için bileyim? Hürriyet olmayınca, şuurun ve düşüncenin manası kalmıyor. [s. 99–100]
 
Ø  Yabancıya karşı savaşın sebebi, insanların ruhunda “Cihad-ı Ekber”i büyük savaşı yaratmaktı. Bu ruhi ve büyük savaşın eseri, Anadolu’nun bugünkü insanı bu insanın bütün ruhi derinliğidir. Anadolu’nun ruhtaki benlikle savaşan kahramanları arasında başı göğe değen Yunus Emre’yi hatırlamak lazım. “Çiğdik pişdik elhamdülillah” diyebilmek için kırk yıl pirinin dergâhına sırtında odun taşıyan Yunus, ruhu gaye, maddeyi ona ulaşmak için vasıta bilen Anadolu çocuğunun cedlerinin en özlü tarafıdır. [s. 115]
 
Ø  Bir millet içinde onun mistikleri bulunmadı mı buhran, çürüyüş hayatımıza mutlaka girer ve madde ibadeti, fertlerimizi birer fetiş yaparak mukadderatımızı ona bağlamak gafleti kendini gösterir. Böyle devirlere imansızlık devri, idealsizlik devri denir. Bu devirler uzayıp giderse ruh, iskelet halinde ferdin gövdesi içine yıkılır, kalır. Geçen asrın imansızlığı demek olan pozitivizim, asrımızda kolayca komünizmi doğurmadı mı? [s. 125]
 
Ø  Büyük sanayinin eseri olan kapitalizm, kendisinin hakiki fakat gayri meşru çocuğu olarak komünizmi doğurdu. Komünizm, kapitalizmin pençesi altında esir edilen işçi kütlelerinin isyanından doğmuş bir intikam hareketidir. Kapitalizmin bünyesinden fışkırmıştır. Her şeyden evvel kütlenin eseri olduğundan millete düşmandır. Zira millet, ancak fertlerin hür sesi olabilir. [s. 128]
 
Ø  İslamcılar, bu memleket çocuğunu yetiştiren emek ve toprağın hakkını inkâr ettiler. Coğrafya ile iktisadın millet varlığının iskeleti olduğunu, İslam’ın da ona hayat verici ruh olduğunu ruhun bedenden, bedenin de ruhdan ayrılacağını düşünmediler. [s. 134]
 
Ø  Maddenin ve tarihin yarattığı zaruretler ile bir milletin mazisine, yine aynı zaruretler ile bir milletin mukadderatına bağlı olmayan insan, elbette o milleti istismar edecek, içinden yaralayacaktır. Yabancı bizi, zorbalıkla ve siyasetle içimizden öldürendir, bizim hareketimizin hayatına nihayet verendir. [s. 139]
 
Ø   Milli tarihimizin ortaya koyduğu en büyük ve evrensel inkılap, İslam dininin Türk’ün ruh ve ahlakında yaptığı inkılaptır. İslamiyet Türkü, aradaki pek çok basamakları bir hamlede aşmak sureti ile, insanlık seviyesinin en yukarı kademelerine yükseltti. İnsanlık idealine âşık olanlar Türk’ün tarihini karıştırsınlar. Gözlerinin kamaşmaması kabil değildir. [s. 141]
 
Ø   Mazisinden ilham alamayan ve kültürünü yoğuracak kuvvete sahip olmayan millet, insanlığın büyük hareketlerine de uzanamaz. Bir değil, kırk tane klasikler serisi tercüme edilip her okulda her sınıfta okutulsa, hepsinden bir dünya görüşü, ruh için bir iman sistemi çıkarılamaz. [s. 157]
 
Ø   Bir milletin istiklali demek, sade yabancı otoritesine bağlanmamak demek değildir. İstiklal, kendi varlığımızın temelleri üzerine dayanarak yaşamak demektir. Bizde din taassubu bahane edilerek Batı dünyasının bütün menfaat ve zevk temelleri üzerinde mukaddesleştirdiği asri hurafeler memleketimize bir asırdan beri sistemli bir şekilde sokulmakla, milliyetin kökleri kazandı. Bize ait kaynaklar gözden uzaklaştırıldı. Çocuklarımız bir mukaddesat terbiyesinden mahrum olunca bize karşı geldiler, ancak o zaman biz de ne olduğumuzu şaşırdık. Ahlak büyüğümüz ve mürşidimiz Mehmed Akif şöyle haykırmıştı:
 
Mefahir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lal,
Bu izmihlal-i ahlaki yürürken durmaz istiklal!  [s. 170]
 
Ø   İnkılâpçıların temelden bir gaflete ve köklü bir taassuba dayandıklarına şahit oluyoruz: bir takım müesseseleri devirdikten ve yerine yenilerini koymuş olduktan sonra da hala inkılâpçı olduklarını söylüyorlar ve muhafazakâr kelimesinden müthiş bir taassupla ürküyorlar. Fakat kendi inkılâplarını korumak için değme muhafazakârın gösteremeyeceği, akla ve ilme de ters düşen hareketleri taassupla müdafaa ediyorlar. [s. 170–171]
 
Ø    Düşmanın fenası ve en tehlikeli olanı, bizi kazanarak içimizden vurandır. [s. 176]
 
Ø  Adil insan, yapamayacağı şeylerin değil, yaşayacağı şeylerin düsturunu arar ve onu kendi kalbinin aydınlığında bulmaya çalışır. Adalet, yabancı bir hâkim huzurunda mücrime hareketinin fenalığını anlatan bir ispat değil, ferdin kalbinden doğarak ferdiyetini bazı noktalara kadar fedaya hazırlayan ilahi bir emirdir. Adalet, bir denge şuuru, başkaları ile bir hizada bulunmanın verdiği tatmin hissi değil, belki bizde doğan bir harekettir. [s. 190]
 
Ø  Birici Cihan Harbini kaybettikten sonra Anadolu, İstiklal Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılıç muzaffer oldu. Lakin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti davasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik. [s. 197]
 
Ø  Eski hatalardan kurtulmak için, bütün eskiyi ortadan kaldırmak isteyiş, pirelerden kurtulmak için yorganı, hatta bütün evi yıkmaya benzer ki bu da tembel bir hizmetçi­nin işidir. [s. 203]
 
Ø  Mevlana’nın tabiriyle kanlı bir yola yalnız atılmadıkça ruhumuzu ve cemiyetimizi kurtaramayacağız. [s. 246]
 
Ø  Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin. [s. 246]
 
Ø  Maddenin zaferi zulümdür, ruhun zaferi fedakârlık, af, sabır, sevgi ve sonsuz tahammüldür. Bu zaferin son mertebesi, bütün bu kuvvetleri kendinde toplayan şehitlik mertebesidir. Ruh, kendine has olan bütün kuvvetleri kullanarak, gayesine doğru ilerledikten sonra, yükselebildiği zirvede maddeye bağlı şartlarının hepsini birden reddederek külli ruhtan başka birey olmayan kaynağına teslim ediyor: işte bu şehitliktir. Böylelikle o, insan iradesinin Allah’a götüren hamlesiyle ulaşabileceği en yukarı zirveye işaret demektir: şehit, yaşayanların iradesinin kaynağıdır. Şehitler toprağa kapanmış hürriyet abideleridir. [s. 285–286]
 
ÇALIŞMADA EMEĞİ GEÇENLER:
VELİ EMRAH KOÇAK
ÜLKÜM BETÜL GÜNGÖR
HIDIR DÜZKAYA

Yazarın Son Makaleleri

Sosyal Ağlarda Paylaş

Twitter Facebook Google+ E-mail

Kategoriler

Son Yazılar