“Tevhidi Sosyal Düşünce”

İbrahim KAFESOĞLU

Kilim…

Yeni bir ses, yeni bir soluk…

Aslında bu yeni ses, bir desenin binlerce yıllık öyküsünü sizlere anlatmaya çalışacak.

Biz tarihimiz boyunca bu kilime bazen bir, bazen binlerce ilmek atan milletimizin her ferdinden aldığımız sorumluluğu üzerimizde hissederek sizlere bu ilmekleri dilimiz döndüğünce ifade edeceğiz.

Bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışırken Türk Milliyetçiliği fikriyatına hayatını adamış ve milletimize hizmeti kendinde her zaman bir borç olarak görmüş mütefekkirlerimizi sizlere tanıtacağız.

Herhalde kişiyi anlatan en güzel satırlarının, kendi kaleminin mürekkebinden beyaz sayfalara dökülen satırlar olduğu üzerine hem fikirizdir. Bundan dolayı biz her sayımızda bu gönül seferberliğinin yıkılmaz erlerinden birinin bizlere sunduğu şaheser niteliğindeki kitaplardan birisini inceleyeceğiz. Bunu yaparken yazarın satırlarında herhangi bir değişiklik veya yorum yapmağı bir saygısızlık addedeceğimizden sizlere bu satırları yorumsuz aktaracağız.
Her sayımızın son sayfasında ise ayın kitapları olarak belirlediğimiz kitapları sizlere tanıtacağız, burada seçilen eserler ise genellikle farklı karakterde olacak ve bu sayede farklı okuma alışkanlıklarını da toplumumuzun fertlerinin kazanmasına yardımcı olacağız.

Yapacağımız hatalardan dolayı şimdiden affınızı istirham ederim.


Aziz ASLAN

Surda Bir Gedik Açtık
Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es...
Necip Fazıl KISAKÜREK

İbrahim KAFESOĞLU (1914) - (18.08.1984)

Türk milliyetçiliğinin, tarih ve kültürünün büyük mütefekkiri, emsalsiz yorumcusu, tarih ve kültür adamı Kafesoğlu, 1914 yılı Ocak ayında Burdur’da doğmuştur. Babası Receb Bey Cihan harbinde Erzurum cephesinde şehit düşmüştür.
Annesi Hatice Hanım oğlunu büyük fedakârlıklar pahasına yetiştirmiştir. Okulunu her yıl birincilikle bitirmiştir. Kafesoğlu dedesi Hacı Ahmed Ağa’nın yanında Tefenni İlkokulu’nu, İzmir Muallim Mektebi’ni bitirerek 1932’de Afyon’da hocalığa başlamıştır. 1936’da Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne girmiştir. Burada da çok değerli hocaların yanında 1940’da yüksek tahsilini tamamlamıştır. Doktorasını Macaristan’da yapmıştır. 1945’de yurda dönmüştür.
Üniversitelerimizin çeşitli kademelerinde binlerce öğrenci yetiştirdikten sonra, 18 Ağustos 1984’de İstanbul’da vefat etmiştir. Mekânı cennet olsun.

Eserleri:

  1. Macaristan Tarihi,
  2. Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu,
  3. Selçuklu Ailesinin Menşei Hakkında,
  4. Harzemşahlar Tarihi,
  5. Türkler ve Medeniyet,
  6. Malazgirt Meydan Muharebesi,
  7. Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,
  8. Eski Türk Dini,
  9. Selçuklu Tarihi,
  10. Sultan Melikşah,
  11. Türk tarih ve Kültürü,
  12. Tarih (Lise I ve II. sınıfları için),
  13. Türk Millî Kültürü,
  14. Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri,
  15. Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihî Temeller,
  16. Türk-İslâm Sentezi.


TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN MESELELERİ
PROF.DR. İBRAHİM KAFESOĞLU
HAMLE YAYINLARI
3. BASKI


-    Türklerde milliyetçiliğin bundan iki bin yıl öncesine ait izleri bizzat Avrupalı bilginler tarafından tespit edilmiştir. Tanınmış Alman ilim adamı sinolog Fr. Hirth eski Çin yıllıklarında araştırma yaparken Asya Hun İmparatorları’ndan Çi-çi’nin (ölümü M.Ö. 36) halka irat ettiği nutuktan parçalara rastlamış ve hayretle görmüştür ki, bu ünlü Türk başbuğunun devlet anlayışı doğrudan doğruya milli duygulara dayanmaktadır. Çi-çi’nin, atalardan kalan yadigârlar arasında, geniş ülkelerle birlikte, hürriyet ve istiklalin de bulunduğunu ve bu en kıymetli emanetlere ehemmiyet verilmemesinin milli ihanet sayılacağını açıklayan sözlerini, dünya edebiyatında milliyet fikirlerinin ilk dile gelişi diye tasfir eden Fr. Hirth şu neticeye varmıştır: “Tarihte milliyetçiliği devlet siyasetinde temel yapan ilk devlet adamı Çi-çi’dir”.
Orhun kitabeleri (8. yüzyıl) Türk milliyetçiliğini tam kesinlikle ortaya koyan diğer bir vesika teşkil eder. Bu kitabelerde Gök-Türk hakanı, Türkleri dünyanın tek hâkim milleti olarak vasıflandırmakta, sevgi ve saygıyı övmekte, Türk yurdu mukaddes Ötüken toprağına hiçbir yabancının ayak basamayacağını bildirmektedir. Hakan Bilge, Türklüğün ebediliğine o kadar inanmıştır ki, kendisine göre, Türk devletinin çökmesi, Türk töresinin yürürlükten kalması için ancak “yukarıda mavi gökün yıkılması, aşağıda kara yerin yarılması” gerekir. Gök-Türk’leri takiben devlet kuran ve şüphesiz Ortaçağların en medeni toplumu olan Uygur Türlerindeki, “kut dağı” efsanesi de Türk milliyetçiliği adeta perçinleyen delillerden bir başkasıdır. Burada Türk vatanının kutsallığına riayetsizlik yüzünden milletin uğradığı felaketler belirtilmektedir. [s. 12–13]

-    Felsefede cemiyet mevzuu ile ilgili iki ana görüş mevcuttur: Mekanizm ve vitalizm. Mazileri pek eski olan her iki görüş, hayatın mahiyeti problemi ile alakalıdır ve sırf hayatiyet meselesi açısından bugün artık fazla bir değer taşımamakta iseler de, fert ve cemiyetteki fonksiyonunun manası cihetinden büyük kıymeti haiz bulunmaktadırlar. Bilhassa geçen yüzyıl ortalarından itibaren kuvvet kazanarak zamanımızda yeryüzündeki bilimum sol fikirlere kaynak olan materyalizmin, yani her şeyin esasını madde ile izah felsefesinin hararetle desteklediği mekanizm, uzviyeti bir makineden farksız telakki etmiştir. Ona göre, parçaları usta bir elle monte edilen bir makine nasıl çalışır, verimli hale gelirse, insan da öyledir; vücut faaliyetlerinde de bu mekanik keyfiyet dışında bir faktör aramağa lüzum yoktur.
Mekanizm, böylece, insan duygu, muhakeme, zekâ v.b. gibi manevi melekelerden tecrit ederek bir robot yapı saymakta olduğundan, bu fikir taraftarlarının milli kültürü inkâr etmelerini tabii karşılamak gerekir. Fakat milliyetçiliğin benimsediği vitalizm telakkisine göre insan, maddi uzuvları yanında, akıl, zekâ, his gibi hasselerde beliren ayrı bir varlığa sahiptir ve bu ruhi varlıktır ki, fiziki bedeni insanlık vasıflarıyla donatır. İnsan, aynı zamanda, cemiyet içinde yaşamak, dolayısıyla topluluğun zaruri kıldığı kanun ve nizamlara uymak mecburiyeti sebebiyle bir sosyal varlıktır. Yalnız bir makine düşünebilirse bir sosyal varlıktır. Yalnız bir makine düşünebilirse de tek başına bir insan tasavvur edilemez. Vitalizm, insanı sadece et, kan ve kemikten ibaret sayan mekanizm hatasını ortaya koyarak, insanı ruhi-içtimai bir varlık kabul etmekle gerçeğe ulaşmış durumdadır. [s. 25]

-    Sosyoloji mütehassısları tarafından incelenen milliyetçilik görüşünün “ferdiyetçi” değil, felsefi vitalizm telakkisine paralel şekilde “şahsiyetçi” olduğu tespit edilmiştir. [s. 26]

-    Şahsiyetçilik kabuk değil, öz; sayı değil, keyfiyet ifade eder. Ferdiyetçilikte cemiyetten, birbiriden ayrı kum tanelerinin meydana getirdi neviden “yığınlar” kastedildiği halde, şahsiyetçilikte, manevi muhteva ve kültür yolu ile birbirine kenetlenmiş insan toplulukları anlaşılır. [s. 27]

-    Büyük milletimizin kendisi için yine kendinden olanlarla savaşmak mecburiyetinde kalmasının manasını, şüphesiz, bütün vatansever aydınlar takdir edecektir. [s. 35]

-    Batı medeniyeti bir “bütün” ise ve tavsiye edildiği gibi, bu medeniyetin toptan kabulü gerekiyorsa, Batının yalnız bir nevi edebiyatı, tek bir felsefe sistemi, ayrı tarz mimarisi veya resim ekolü, her yerde aynı olan bir müziği bulunmadığına göre, hangi Avrupalı milletin nesi alınacaktır? [s. 39]

-    Tazyik karşısında tutunamayan kültürler temsil ettikleri milletle birlikte silinip giderler. [s. 48]

-    Asla fikir hürriyetine karşı değiliz. Düşünce serbestliğini önleme gayretlerinin beyhudeliğini, ağızları kapamak suretiyle zihinleri durdurmanın kabil olmadığını biliyoruz. [s. 52]

-    İnsanlığın takip ettiği kültür cereyanları içinde üçüncü tefekkür sistemi olarak yer alması gereken Türk düşüncesi, Türklerin, çeşitli dini, fikri ve medeni belirtilerinden de anlaşılacağı üzere, bir taraftan insana kendi kendini idare etmek yetkisi veren Tanrı ve, insan-üstü oluşuna nispetle beşeri vasıfları daha belirli ve salahiyetleri sınırlı din mümessili telakkileri, bir taraftan da çıplak maddilik derekesine düşmeyen gerçekçiliğiyle muvazeneli bir düşünce tarzı olarak, insanlığı hakiki saadete götüren akıl-maneviyat dengesini sağlamış, bu suretle, Türk milleti yukarıda medeniyet mevzuunda icra ettiği muazzam fonksiyonu bu defa düşünce sahasında tekrarlanmıştır. [s. 62]

-    Şahsiyetin bu müstesna durumu ona milliyetçilikte seçkin bir mevki verilmesini zaruri kılmıştır. Milliyetçilik, kısaca, bir topluluğun maddi güç ve manevi değerlerini yüceltmeğe hizmet eden fikir sistemi olduğuna göre, bu sistem içinde şahsiyetin ilk planı işgal etmesi kadar tabii bir şey olamaz. Çünkü milliyetçilik ancak hakiki şahsiyet sahibi insanlarla kuvvetlenecek, millet şahsiyetli evlatlarının gayretleriyle hamle kabiliyeti kazanacak, diğer taraftan, şahsiyetin gelişmesi de ancak milliyetçilik duyguları ile sağlanabilecektir. [s. 77]
-    Liberalizm Avrupa fabrikalarına sadece ham madde sağlamakla vazifelendirilmiş, iktisadi refahtan habersiz, fakir memleketleri istismar vasıtasından başka bir şey değildir. [s. 90]
-    İdeal ve ideoloji aynı kökten (idea) gelen tabirler olmakla beraber, aralarında büyük farklar vardır. İdeal’de hakikat çekirdeğini taşıyan “fikir” düşüncesi hâkimdir. Bu sebeple bu tabir vaktiyle Türkçeye, yine “fikir” kökünden türetilmiş “mefkure” sözü ile çevrilmişti. İdeoloji ise, daha ziyade “tasavvur” ile alakalı bir terimdir. Karşılığı olarak evvelce ileri sürülen “fikriyat” kelimesi mefhumu tam ifade edemediği için ideoloji tabiri aynen kullanılmaya başlanmıştır. Batı dillerinde ideoloji umumiyetle “tasavvura dayanan fikir”, “felsefi hayal” şeklinde manalandırılmaktadır ki, buna göre, ideolog, felsefi hayallerle uğraşan kimse demektir. Halbuki idealist (mefkureci) aslında gerçekçi bir insan olup fikir yolu ile desteklediği tarihi ve içtimai hakikatleri millet ölçüsünde realize etmeğe çalışır. Birinin hayal ve tasavvuru, diğerinin gerçeği geliştirmeğe gayret etmesi aradaki farkı iyice belirtmektedir. Başka bir ifade ile, milliyetçilik bir ideal ve milliyetçi bir idealisttir. Fakat milliyetçilik ideoloji olmadığı için, milliyetçi de ideolog değildir. [s. 93]

-    Milli siyasete gelince, bu büsbütün başkadır; mahiyet itibariyle, “millet tarifine uygun olarak, her devlet coğrafyasının, hem de devlet siyasetinin hudutlarını aşar; her zaman değişmesi mümkün kuvvetler dengesine dayanan milletlerarası siyasetle sınırlanamayacak kadar geniş ve bazen yüzyılları kucaklayacak kadar uzun ömürlü olur. Milli siyaset, hükümet ve devlet siyasetlerinin çok üstünde bir politika anlayışıdır. Nasıl hükümet devletin hukukuna tecavüz edemezse, devlet de milli siyasetin gerektirdiği esaslar çerçevesinde çıkamaz ve hiçbir zaman ona aykırı bir yön takip edemez. Anayasada ve idare rejiminde husule gelen değişiklikler bile milli siyaset üzerinde sarsıcı ve bozucu tesirler yapamaz. Buna göre, bir milli siyaset takibi için “devlet” ilk şart olmakla beraber, iki siyaset arasındaki ilgi sanıldığı kadar kuvvetli değildir. Zira milli siyaset, devlet şekillerine ve hükümetlere bağlı olmayan, fakat bunlardan müstakil ve “millet” dediğimiz varlığın ruhunda nesiller boyunca yaşatılacak, fikir hayatında olgunlaştırılacak, topluluğun kolektif vicdanında daima uyanık tutulacak ana prensipler birliğidir. Böylece, her siyaset adamının tâbi olmak ve hatta her vatandaşın desteklemek mecburiyetinde bulunduğu milli siyasetin, aynı milletin fertlerini, dünyanın neresinde olursa olsun, kendi fikriyat ve icraatı içine alması icap eder ki, bu da, fasılasızca işlenen ve yayılan çok şümullü bir milli kültür cephesinin kurulması zaruretini ortaya koyar. [s. 112–113]

-    Atatürkçülük siyasi, içtimai, kültürel yönleriyle bir bütündür ve buna göre, bir gerçek Atatürkçü milliyetçidir, fakat enternasyonalist değil; halkçıdır, fakat kütle istismarcısı değil; cumhuriyetçidir, fakat parlamenter idareye karşı değil; laiktir, fakat din aleyhtarı değil; inkılâpçıdır, fakat devirici değil. [s. 129]

-    İçtimai gerçeklerimizle alakası zayıf, sosyal meselelerde hassasiyeti az olan üniversite adeta bir Ortaçağ müessesesi hüviyetine bürünmüştür denebilir. Vaktiyle medrese, kendini, cemiyetin hemen her gün başka bir keyfiyet arz eden istek ve ihtiyaçlarını tanzimle değil, fakat yalnız, değişmez naslardan kurulu dini icapları öğretimi ile vazifeli bildiğinden, dünya işleriyle, yaşanan hayatla meşgul olmaz ve cemiyetle ancak, şeriat hükümlerini tatbik eden bir kısım devlet dairelerine adam yetiştirmek bakımından ilgilenirdi. Kabuğuna çekilme temayülü itibariyle eski medreseye benzeyen üniversitenin de hemen hemen onunla aynı fonksiyonu icra eder duruma düşmesi, bu iki müessese için bir ortak vasıf teşkil eder gibidir. [s. 154]

-    Üniversite bu tutumu ile memlekette başka bir tehlikenin zuhuruna da zemin hazırlamış oluyor. Bu, Türk halkı arasında meydana gelen ikiliktir. Üniversite hocalarının bu millete mensup bulundukları ve üniversite öğrencilerinin de bu vatanın çocukları oldukları doğrudur, ancak üniversite duvarları gerisinde estirilen ilim ve kültür havası, geniş halk kütlelerinin hakiki ihtiyaç ve manevi değerleriyle tam bir uygunluk göstermediğinden, anlayış ve duygu itibariyle milletten ayrılan yüksek tahsilli nesil, içinden kopup geldiği cemiyetin ıstıraplarına çare bulmak iktidarını kaybetmektedir. Tabii ilimler olsun, beşeri ilimler olsun üniversitede öğretim planları ve ders konularının büyük çoğunlukla yabancı kaynaklardan alınması ve öğrencileri gayri milli ilim, fikir ve felsefe ile yoğurma teşebbüsü neticesinde şiddetli yabancı kültür baskısına maruz bırakılan gençliğin, kendine ve milletine güvensizlikten doğan bir kompleks içinde, topluluklarından gittikçe uzaklaşacağı tabiidir. Bu durum, aynı zamanda bizde niçin milli davalarımızın temsilcisi bir mütefekkir, Türk hayat görüşünü derinliğine işleyen kudretli bir filozof ve Türk ilmini cihana duyurmağa muktedir, dünya çapında bir bilgin yetişmediğini de izah eder. [s. 154–155]

-    Sosyoloji ilmince tespit edilen ve milliyetçiliğin tamamıyla benimsediği gerçek millet tarifi ise şöyledir: Millet, topluluk bütününün tamamlılık ve ahengini sağlayan, orijinal müesseselerini yaratan ve yaşatan duygu ve kültür birliğinin kaynağı milli kültür unsurları bakımından, fertleri arasında iştirak bulunan bir sosyal birliktir. [s. 164–165]

-    Ziya Gökalp gerçekten bir şair, bir filozof, bir içtimaiyatçı, bir folklorcu veya bir kültür tarihçisi mi idi? Eğer edebiyat ve ilim nevilerinin bugünkü telakkileri, kıymetleri ve metotları açısından bakılırsa, onun şiirlerinde aksaklıklar, felsefesinde noksanlıklar, sosyolojisinde kifayetsizlik ve “Medeniyet Tarihi” inde yanlışlar bulunacak ve Gökalp belki de bu şubelerden hiçbirinde mütehassıs sayılmayacaktır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, onun şiirlerini vezin ve kafiye şartları bakımından, felsefesini müstakil bir düşünce sistemi olup olmadığı cephesinden, içtimaiyatını cemiyet problemleri hakkında yeni nazariyeleri bulunup bulunmadığı yolu ile, kültür tarihçiliği ve folklorculuğunu modern usullere uygun tetkiklerle mukayese ederek, kritikten geçirmek asla haklı ve doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü O, ilimde ve edebiyatta mütehassıslık iddia etmediği gibi, gayesi de ayrı - ayrı bu şubelerde “erudit” eserler vücuda getirmek değildi. O’nun nazarında nazmın kalıp ve ahengi ile ilmin usul ve tenkidi milliyetçilik ve Türkçülük mefkûresini işlemek ve yaymak için sadece birer vasıtadan ibaretti ve onu asıl devleştiren de bu mefkûreciliği idi. İlim ve edebiyatta, sıradan insanların tabi olduğu, belirli ölçüler cenderesine alındığı zaman Gökalp’ın yazılarında bazı eksik taraflar keşfedilebilirse de, Türk gençliğine benimsetmeği başardığı milli kültür sevgisi, Türkçülük ve milliyetçilik mefkûresinde en küçük bir müsamaha ve zaaf noktası bulmak mümkün değildir. [s. 170-171]

-    Gökalp’ın yarım yüzyıl evvel söylediği şu formülle tespit etmek mümkün gibidir: “Mefkûresiz milletler her an kopacak bir kıyameti beklerler”. [s. 56]

-    Fütuhat yönünden istisnai bir duruma sahip Türk milleti ise, ülkeleri kendine bağlamayı, milletleri kendine minnettar bırakmayı bilmiştir. Tarihi Türk zaferlerini, başkalarının istila hareketlerinden kesin farklarla ayıran noktalardan biri de budur. Yabancılar kaba kuvvete dayanarak işgal altında tuttukları memleketleri sömürmekten ve boyunduruklarında inleyen zavallı halka kıyasıya baskı yapmaktan başka bir şey düşünmezken, dünyaca malum kahramanlığı ve ruhunun derinliklerinde saklı insanlık duygularıyla Türkler, manevi yapıları icabı, kendi kılıçlarıyla hatta kendi kanları pahasına, esaret altında kıvranan kütlelere hürriyet ve adalet götürmeğe gayret etmişlerdir. Zaferlerimizin ulvi meyvesi olan cihanşümul Türk efendiliğinin sırrını açıklayan bu husustur ki, Türklerin, her yerde saygı ile karşılanmasını, kurtuluş iksiri bağışlanan mahkum kavimlerin gönüllerinde sevgiden tahtlar kurmasını sağlamıştır. [s. 178–179]

-    Her ordunun kendi milleti için yüklendiği vazifeyi, her fırsatta ve her yerde kemal derecesinde parlaklıkla başararak ilk planda gelen milli vazifesini tam muvaffakiyetle yapmış olan Türk ordusu, başka milletlerin ordularından farklı olarak, beşeriyet çapında diğer bir fonksiyonu daha icraya çalışmıştır. Türk tarih ve kültürü araştırmacılarının dikkatinden kaçtığı görülen bu fonksiyon, bütün insanlığı hürriyet bayrağı altında toplamak, dünya üzerinde Türk töresinden ibaret tek hukuk sistemi kurmak ve insanları adalet duygusunda temellenen bir idare mekanizmasına bağlamak idealidir. [s. 181–182]

-    Kahraman Türk askerinin uğrunda seve - seve hayatını feda ettiği bu mefkûre, Türk dünya görüşü, psikolojisi ve insanlık telakkisinden doğan ve Türk milli vicdanında hızını asla kaybetmeyen bir cihanşümul adalet ve hukuk sitemi kurmaktı. [s. 182]

ÇALIŞMADA EMEĞİ GEÇENLER:
VELİ EMRAH KOÇAK
ÜLKÜM BETÜL GÜNGÖR
HIDIR DÜZKAYA

Yazarın Son Makaleleri

Sosyal Ağlarda Paylaş

Twitter Facebook Google+ E-mail

Kategoriler

Son Yazılar