Teknolojideki Gelişmeler ve Eğitim
1. Teknoloji
Eski çağlardan beri meydana gelen keşiflerin ortaya çıkardığı teknolojik gelişmeler 17. yy’dan sonra yükselişe geçmiş ve 20. yy’da zirveye ulaşmıştır. Aynı yüzyılın ikinci yarısında nükleer, uzay, elektronik ve bilgisayaralanlarında çok önemli adımlar atılmıştır.
Yirminci yüzyılın sonlarında biyoteknoloji alanında önemli gelişmeler olmuştur. Biyoteknoloji kavramı, ilk kez 1919 yılında Ereky tarafından kullanılmıştır. Biyoloji ve teknoloji alanındaki gelişmeler, hiç kuşkusuz biyoteknoloji kavramının kapsamını genişletmiş; anlamını zenginleştirmiştir.
1940–1973 döneminde biyolojik sistemlerin, endüstride kullanım alanları genişletilmiş ve antibiyotik, enzim, protein gibi maddelerin üretimi geliştirilmiştir. Daha sonra da modern tekniklerin biyolojik sistemlere uygulanmasıyla Biyoteknoloji giderek, genetik mühendisliği uygulamalarının tıbbi, zirai ve endüstriyel biyolojik maddelerin üretilmesi sürecine girmiştir. Bu nedenle 20. yüzyılın son yıllarında biyoteknoloji, uygulamalı ve disiplinler arası bir alan halinde, ‘moleküler genetik’ ve ‘rekombinant DNA teknolojisi’ olarak tanımlanmaktadır.
Yüzyılın sonunda klonlamayı hayvanlarda da başaran biyoteknoloklar, bunu insana uygulamak istemişlerdir. Din adamları ve etik kuralların izin vermediği Biyoteknoloji alanındaki bu çalışmaların yoğun şekilde sürdüğü günümüzde İngiltere'de insan ve hayvan DNA'sı kullanarak hibrid embriyo oluşturma yasa tasarısı büyük tartışmalardan sonra Parlamento’da onaylanmıştır. Hayvan yumurtalarına insan genleri karıştırılmak suretiyle hibrid embriyolar meydana getirilmesine izin veren bu Kanun sayesinde yürütülecek olan çalışmaların Alzheimer ve Parkinson gibi hastalıkların tedavisinde önemli olacağı ifade edilmektedir.
Bilgisayar ve enformasyon alanındaki gelişmeler de 20, yy’ın sonlarında büyük bir ivme kazanmıştır. Hatta bu alanda büyük bir rekabet içerisinde olan ABD ve Japonya 1994 yılında güçlerini birleştirme hususunda anılaşmışlardır. Nitekim elektronik devlerinin işbirliği ile çok büyük gelişmeler olmuştur. İletişim konusunda dünyayı büyük bir köy haline getiren internet alanında meydana gelen hızlı gelişmeler, bilgisayarlarda daha büyük ilerlemeye yol açmıştır. Bu sayede de iletişim, enformasyon ve telekomünikasyon alanlarında, işbirliği içerisinde enteraktif olarak çok daha hızlı gelişmeler meydana gelmektedir.
Biyoteknoloji ve bilgisayar alanlarındaki gelişmelerin yanında, son zamanlarda uygulamaya konulan “nanoteknoloji” alanındaki gelişmeler de dikkat çekmektedir. Atomları birleştirerek elde edilen moleküller vasıtasıyla yeni malzemeler elde etmeyi başaran nanoteknolojinin önemli gelişmelere yol açacağı muhakkaktır. Nanoteknolojideki gelişmeler, biyoteknoloji ve enformasyon teknolojisindeki gelişmelerde de önemli rol oynamıştır. Bütün bu olumlu gelişmelerin yanında, ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçların yeni bir materyalist akıma yol açabileceği de olası görünmektedir.
2. Eğitim ve öğrenim
Teknolojide ortaya çıkan büyük gelişmelerin yanında, insana verilen değer ve topluma ait sosyal ve kültürel değerlere verilen önem de giderek artmıştır. Yani teknolojideki baş döndürücü gelişmeler arasında insan ihmal edilmemelidir.
Kâinat Levh-i Mahfuz’un bir yansıması durumundadır. Kâinattaki varlıklar, kendisinde tecelli eden vakaları kaydetmektedir. Öyleyse canlı ve cansız her varlık bir kitaptır ve kâinat da ilahi bir kütüphanedir. Bu itibarla, yüce Kuran’da ‘gözle ya da müşahedeyle’ değil de, doğrudan “Oku!” şeklinde bir emir vaki olmaktadır. Aslında bilinçli bir insanın etrafıyla olan münasebeti, Kuran’ın ‘Oku!’ emrini yerine getirme şeklinde tezahür etmektedir. İnsanı eşref-i mahlûk yapan da, kaydetme vasfının yanında, esas olarak, ‘kâinatı ve olayları’ okuma vasfına sahip olmasıdır.
Eğitim, burada belirtilen çerçevede ele alınmalıdır. Nitekim insanın “Oku!” emrini yerine getirebilmesi ve kendisinde tecelli eden vakaları kaydedebilmesi hususunda eğitime ihtiyaç olduğu açıktır. İnsanın ‘kâinatı ve olayları’ okuyabilmesi için duyularını da kullanması gerekmektedir. Duyuların kullanımında eğitimin rolü malumdur. Ancak insanın kendisinde tecelli eden vakaları kaydetmesi anlamına gelen ‘idrak’ için gerekli olan eğitimin rolü daha da önemli olmaktadır. Buna göre eğitimi insanda, hem içe dönük hem de dışa dönük olmak üzere bir bütün olarak ele almak gerekir.
Avrupa’da, sömürgeciliğin de verdiği itici güçle 17. yy’dan itibaren, geçtiğimiz yüzyılın ortalarına kadar artarak devam eden yeni buluş ve keşiflerin ekonomik hayata yansımalarıyla, insanın sadece dışa dönük yönüne önem verilmiştir. Madde ile mananın birbirinden ayrı tutulması ile ortaya çıkan bu anlayış, tabiatın sömürülebilmesi için bir cevaz sağlamıştır.
Eğitim, insana yapılan pahalı bir yatırımdır. Bilgi ve teknolojinin geldiği nokta itibariyle, eğitim de çok önemli bir hale gelmiştir. Artık vasıfsız, düşük ücretli ve enformal istihdam tipi yerine yüksek vasıflı, üretken ve verimliliği yüksek yeni istihdam tipine ve bunun eğitimine de ihtiyaç duyulmaktadır.
Çocuklara bilgi, beceri ve eğitsel alışkanlıklar vermeyi amaçlayan öğrenim, onları sosyal yönden de geliştirmektedir. Bu şekilde, çocukların kendilerinden beklenen norm ve rollerden haberdar olmaları ve bu yolda gelişmeleri sağlanmış olur. Okul ise, öğrencilerin öncelikle bilme ve öğrenme arzularını tatmin etmektedir. Öğretimle ilgili faaliyetler, öğrencilerin zihinsel ve sezgisel güçlerini harekete geçirerek, onların gelişimini sağlamaktadır.
Yeni eğitim paradigmalarına göre, artık eğitim okulla da sınırlı bulunmamaktadır. Yani öğrencilerin bilme ve öğrenme arzularının tatmin edilmesi hususunda okulların dışında çeşitli imkânlar bulunmaktadır. Nitekim yeni eğitim anlayışı; ömür boyu eğitim, öğretme değil öğrenme merkezli eğitim, yer ve mekân olarak sınırlandırılmayan bir eğitim modeli öngörmektedir. Yine bu süreçte, öğrencinin daha üst yeteneklerini ortaya çıkarıp geliştirmek için uygun öğrenme ortamları oluşturmak da söz konusu olmaktadır.
3.Öğrenim Yöntemleri
Aynı zamanda, bilgi kaynakları durumundaki; sezgi, düşünce, duyu, gözlem, deney gibi unsurlar eğitimde de geçerli olmaktadır. Nitekim bilgi ve eğitim birbirlerini tamamlayan, bir bütünün parçaları halindedir.
Bu kaynaklardan sezgi; peygamberlerde vahiy, salihlerde ilham, müminlerde basiret ve diğer insanlarda ise farkındalık şeklinde ortaya çıkmaktadır. Cenab-ı Allah “Bildikleri ile amil olanlara bilmediklerini öğretiriz” diye buyuruyor. Zaten, bildikleri ile amel eden kimseler bu bilgileri ancak başkalarına verebilirler. Çünkü bu tür kimseler sundukları bilgiyi kendi hayatlarında bizzat sınamakta ve bu sayede de onların yapılabilirliğini kendileri birebir görmüş olmaktadırlar. Ayrıca, onların yapacağı sunuş sadece bir nakilden ibaret olmayıp, bizzat uygulanmış olmakla da içtenlik kazanmaktadır.
Duyularımızın eğitimdeki yeri de malumdur. Gözlem ve deney ise, eski çağlardan beri kullanılmakta olan yöntemlerdir. Bunlar, 17. yy’dan itibaren daha sistemli hale gelmişlerdir. Sosyal çalkantılarla dolu 18. yy Avrupa’sında kişi ve aile ahlakını onaran bir öncü olarak bilinen J. J. Rousseau, “okullarda derslerin soyut olmaktan kurtarılarak, somutlaştırılması” fikrini savunmuştur. Rousseau ve benzerlerinin öncülüğünde gözlem yönteminin giderek artan önemi, 19. yy’da daha da artmıştır. Gözlem yöntemi gerçek niteliğini ise, 20. yy okullarında kazanmıştır.
Çocuklarda gözlem kabiliyeti çok yavaş şekilde gelişmektedir. Bu gelişim bilhassa duyuların tesiri altında kalmaktadır. Gözlem faaliyetleri çocukların hislerini harekete geçirdiği, onları hayata ve faaliyete sevk ettiği ölçüde tesirli ve kuvvetli olur. Çocukların yaptıkları gözlemde belirsiz ve plansız bir işlem hâkimdir. Onlar yeni gördüklerini, evvelce aldıkları imgelerle çözümlemek eğilimine kapılırlar. Bu ise onları, konu hakkında gözlem yapma işinden uzaklaştırır. Bir öğrenci gözlem yaparken, her şeyden önce dikkatini, yoğun hale gelmiş bir zihni faaliyete göre disipline etmeyi öğrenmektedir. Dikkatli olarak gözlem yapmayı öğrenen bir öğrenci de, diğer zihni faaliyetleri planlı olarak yürütme kabiliyeti de kazanabilir.
Bizzat yürütülecek deneylerle ilgili fikri hazırlık, ihtiyaç duyulan malzemelerin temini ve kullanımı öğrencilere plan yapma, beceri elde etme ve bağımsız olarak çalışabilme vasıfları da kazandırmaktadır.
Gözlem ve deney, çocukları otomatik hale gelmekten kurtaran öğretim faaliyetleridir. Öğrenci bir olayı incelerken, o olayı meydana getiren şartları gözden geçirmeyi ve eşyanın niteliğini anlamayı öğrenmelidir. Aslında, öğrenciye gözlem ve deney yaptırarak, hakikati anlamada onlara yardımcı olunmaktadır (Demiray ve Özgür, 1948).
4. Türkiye’de Eğitim ve Öğrenim
Dünyada hızlı bir şekilde gelişen teknoloji karşısında, ülkemizin de layık olduğu yeri alması kaçınılmaz hale gelmiştir. Aslında, bilgi ve bilgiye erişim konusunda sorun bulunmamaktadır. Çünkü bilgi üniversaldır ve günümüzde bilgiye erişim de kolay hale gelmiştir. Bilgi tekelini ellerinde bulunduranların, dünyanın birçok yerinden sağladıkları beyin gücüyle çalışmakta oldukları unutulmamalıdır. Nitekim Türkiye ve birçok Ortadoğu ülkesinden Batı’ya önemli ölçüde beyin göçü olmuştur. Bu kişilere kendi ülkelerinde fırsatlar verilerek, geri dönmeleri mümkün olabilir.
Türkiye de dâhil birçok İslam ülkesi, sahip oldukları sistemler yüzünden kendi kaynaklarını kullanamaz hale gelmişlerdir. Öte yandan, toplumsal bunalımların da yaşandığı bu ülkelerde; gasp, hırsızlık, adam kaçırma, cinayet, intihar ve kitlesel olaylar ciddi boyutlara çıkmaktadır. Bu ülkelerin bazılarında da, dış kaynaklı baskı ve saldırılar da hayatı çekilmez hale getirmiştir. Bu sorunların çözümü ise, öncelikle toplumun bilinç düzeyi ile alakalı bir husustur. Aslında bu da, eğitim demektir.
Ülkemizde örgün eğitim konusunda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Okullardaki eğitim şeklinin ve niteliğinin gözden geçirilmesine ihtiyaç bulunmaktadır.
Osmanlıdaki gerileme sürecinin arttığı Üçüncü Ahmet zamanında yaşanan Lale Devri’nde (1718–1730) Avrupa ile kültürel yakınlaşma gayreti içerisine girilmişti. Üçüncü Selim döneminde başlayan ıslahat hareketleri Abdülmecit Han zamanında yayınlanan Tanzimat Fermanı (1839) ile belirgin hale gelmiştir. 1856 yılında da Islahat Fermanı yayınlanarak Batıya endeksli reformist hareketler devam etmiştir. 1876 yılında ilan edilen 1. Meşrutiyet ve 1908 yılında ilan edilen 2. meşrutiyet dönemlerinde kültürel ve siyasi açıdan Avrupa’ya açılmış olan kapı Cumhuriyet’in ilanı ile nihai noktaya ulaşmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra Hilafet’in kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihinde eğitim ve öğretimi laikleştirmeyi amaçlayan Tevhidi Tedrisat Kanunu da yürürlüğe girmiştir. Tüm öğretim kurumlarını tek çatı altında toplamayı öngören bu Kanun, Osmanlıya ait eğitim kurumlarını ortadan kaldırıyordu. 1 Eylül 1900 tarihinde Darülfünun ile başlayan ilahiyat eğitimi, yüksek din mütehassısları yetiştirmeyi öngören Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesiyle yeniden düzenlenmiştir. Kanunun aynı maddesi, dini işler için İmam hatip mektepleri açmayı da öngörüyordu. İlahiyat eğitimi 7 Ekim 1925 tarihli bir talimatnameyle de İlahiyat Fakültesi adını almıştır.
Medreselerin kapatılmasıyla 29 merkezde açılmış olan İmam Hatip mektepleri ise, giderek ilginin azalması sebebiyle 1930 yılında kapatılmıştır.
31 Mayıs 1933’te çıkarılan bir Kanunla kapatılan Darülfünun’un yerine İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulan İlahiyat Fakültesi de, Ortaöğretim kurumlarında din derslerinin kaldırılması sebebiyle kapanmıştır.
Çok partili sisteme geçilmesiyle 1949 yılında İstanbul ve Ankara’da İmam Hatip kursu adıyla 10 aylık öğretim kurumu açılmış ve daha sonra da bunların sayısı 10’a çıkmıştır. Aynı yıl İlahiyat Fakültesi tekrar açılmıştır. 1951 yılında da İmam Hatip okullarının açılmasına karar verilmiştir. 1955 yılında lise kısmı da açılan İmam Hatip Okullarına üniversite kapısı da açılmıştır. Ülke genelinde giderek sayısı artan İmam Hatip Liselerinin Üniversiteye giriş konusunda başarı oranları da artmıştır. Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. maddesine göre ülke genelinde dini eğitim sürerken, 1961 Anayasası’nın 153. maddesinde ve 1982 Anayasası’nın da 174. maddesinde yer verilmiş olan; “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” ifadesiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğinin teminat altına alınması öngörülmüştür.
Dini eğitim konusundaki bu gelişmelerin yanında, 1973 yılında mesleki ve teknik nitelikteki bir program uygulamaya konmuştur.
1997 yılında başlayan zorunlu 8 yıllık ilköğretimle birlikte orta kısımları sona eren İmam Hatip Liseleri için, uygulamaya konmuş olan alan uygulamasıyla, üniversiteye giriş konusunda önü büyük ölçüde kapanmıştır. Diğer meslek liseleri de bu kısıtlamadan payını almıştır. Üniversitelerde 1999 yılından itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Programı başlamıştır.
Tüm dünyada bilgi ve eğitim alanında önemli gelişmeler olurken, diğer konularda olduğu gibi, Türkiye’de eğitim alanında da önemli bir gelişme olmamıştır. Ancak ilköğretim alanında, görselliğin ve uygulamaların biraz arttığı yeni bir süreç denenmektedir.
Günümüzde bilgiye erişim konusunda büyük imkânlar vardır. Bir yandan, gençler çeşitli bilgi kaynaklarına yönlendirilirken, bir yandan da onlara hedefler gösterilmelidir. Ancak, öğretmenlerin bizzat kendilerinin de bu hedefleri iyi bilmeleri gerekmektedir. Öyleyse, öğretmenlere bu konuda hizmet içi eğitimler vermeye ihtiyaç bulunmaktadır. Bu eğitimleri verecek olan kişiler ise, eğitimle de ilgisi bulunan ve kendi sahalarında iyi yetişmiş kimseler arasından seçilebilir. Bu kişiler gerekirse kamplara alınarak, aralarında tam bir uyum sağlandıktan sonra, örgün eğitimdeki hedeflerin belirlenmesi yönünde yoğun bir çalışma başlatmalıdırlar.
4.1. İlköğrenim
İlköğretimdeki öncelikli hedef; okuma, estetik, güzel yazı, güzel konuşma ve karakter eğitimi başta olmak üzere, matematik, fen ve sosyal bilgilere ait temel kavram ve kuralları öğretmek olabilir.
Güngör (1982), bir eserinde; “hangimiz hayat bilgilerini ilköğretim döneminde verilen eğitimden almışızdır. Aslında, bütün bu bilgileri sonradan bizzat hayatın içinde kendimiz edinmişizdir. Okullarda verilen hayat bilgilerinin tamamını, zihni olgunluğa erişmiş bir öğrenci altı ay içerisinde öğrenebilir” demektedir.
İlköğretimin başlangıcından itibaren devam eden okuma işi, eğitimin temel esaslarından en önemlisidir. Bir metni anlaşılır olmaktan çıkarmadan, hızlı okumak daima arzu edilmektedir. Yavaş okuma sonucunda gözlerimiz, hızlı okuduğumuz zamankinden daha fazla yorulmaktadır. Genellikle, birçok kimse gözlerinin çabuk yorulduğunu söylerler. Bunu sebebi, okurken kelimeler ve ibareler üzerinde fazla zaman harcanmasıdır. Halbuki sessiz olarak okuma yaparken, insan kelimeleri içinden kendisine söylemeye çalışmadan, adeta süzerek okuması hızı artıracaktır. Bir bakışta, bir kelime yerine bütün bir ibare okunmaya çalışılmalıdır. Ayrıca, okumaya başlanan metin için hususi bir ilgi beslenmesi bütün insiyakımızı seferber edeceği için parçayı hızlı olarak okumamız gerçekleşebilir. Okumamızı hızlandırmak için bir de, hoş hikâyeler ve romanlarla işe başlamak yararlı olabilir. Aslında, sayfaları çevirircesine hızlı okuma sonucunda zihinde kalanların, hatırlamaya layık bulunan bilgiler olduğu da unutulmamalıdır (Öymen, 1940).
Matematik öğretimi için, çevredeki değişik objelerin sayıları dikkate alınarak farklı aritmetik işlemler yaptırılabilir. Fen alanındaki temel konular da, mümkün olduğu ölçüde gözlem ve deneylerle verilebilir.
Sosyal bilgiler ise, bizzat topluma ait örneklerle birebir anlatılabilir. Bu konularda, öğrencilere anket ve mülakat gibi çalışmalar da yaptırılabilir. Ayrıca çevrede yaşanan sosyal olaylarla ilgili gözlemler yaptırmak da faydalı bir yoldur.
Öte yandan, büyük şehirlerde öğrenciler orman, bataklık, çalılık, göl ve deniz kenarlarına götürülerek, derslerde verilen çoğu teorik bilgiler ruhi intibalarla güncellenmiş olur. Köy ve küçük şehirlerde ise, öğrenciler büyük şehirlerdeki önemli yerlere götürülerek, kent kültürü ile tanıştırılabilir.
İlköğretimden sonraki eğitim dönemi için, öğrencilerin ilgi, kabiliyet, beceri ve başarılarına göre yönlendirilmeleri yararlı olacaktır. Gençlerin, istidat ve ilgilerine göre, ya meslek okullarına ya da liselere devam etmeleri yönünde yönlendirilmesinin önemli yararları olacaktır. Nitekim direk meslek sahibi olmak isteyen istidatlı bir gencin ilköğretim döneminde yeteneklerinin belirlenmiş olması, bu yöndeki tercihin isabet derecesini artıracaktır.
4.2. Ortaöğrenim
Ortaöğretimdeki hedefler; matematik, fizik, kimya, biyoloji, edebiyat ve sosyal bilgilerdeki temel konular yanında, günümüzde çok önemli hale gelmiş bazı konulara ait bilgilerin öğretilmesi olmalıdır.
Matematik, aslında fizik, kimya ve astronomi gibi bilim dallarıyla iç içedir. Aslında, matematik bizzat hayatın içindedir.
Öte yandan, hayatın biyolojik, kimyasal ve sosyolojik açıdan öğretildiği en önemli yer de yine ortaöğretim olmalıdır. Mesela, hücre hakkındaki temel bilgiler; fizyolojik, metabolik ve kimyasal yönden ele alınmalıdır. Genetiğin de temel bilgileri mutlaka bu eğitim aşamasında öğretilmelidir. Madde ve atom hakkındaki esas bilgiler yine ortaöğretimde verilmelidir. Ama mutlaka “karakter eğitimi” ortaöğretimde etkin olarak sürdürülmelidir. Bunların yanında, üniversite seçme sınavları bu perspektife göre yeniden ele alınmalıdır. Öğrencilerin eğilimleri de dikkate alınarak, objektif şekilde hazırlanmış olan sınavdan sonra onların alacakları puanlara göre yerleştirme yoluna gidilmelidir.
Öte yandan, ortaöğretimde verilecek iyi bir Türkçe ve edebiyat eğitimi yanında, en az bir yabancı dil de öğretilmelidir. Öğrenciye tarih bilincinin verildiği esas yer yine ortaöğretim olmalıdır.
4.3. Yükseköğrenim
Hilmi Ziya Ülken hoca üniversiteyi, “şahsiyetler çokluğunu geliştiren ve şahsiyetlerin karşılaşmasını kolaylaştıran sempozyumdur” diye tarif etmiştir. İşte bu çerçevede üniversiteler yeniden ele alınmalıdır.
Lisans düzeyinde, öncelikle günümüze ait bazı popüler konularla ilgili olarak öğretim yapılan bölümlerde, söz konusu alanlardaki eğitim en son teknoloji esas alınarak verilmelidir. Mesela, gen mühendisliği ile ilgili konular; tıp, veteriner, ziraat, orman, su ürünleri ve biyoloji alanlarında eğitim yapan fakültelerde, biyoteknolojideki son gelişmeler de dikkate alınarak verilmelidir.
Madde ve atomla ilgili olan gerekli bilgi ve teknoloji hem fizik hem de kimya bölümlerinde en son gelişmeler ışığında öğretilmelidir.
Edebiyat, bu alana eğilimi olan gençler için çok önemli bir daldır. Estetik yönü de olan bu dalın insanlar arasındaki diyalogun gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğu unutulmamalıdır. Bu alanda ortaya çıkmış klasik eserler başta olmak üzere, en son gelişmeler dikkate alınarak, tüm kuşakları kapsayacak şekilde bir edebiyat eğitimi verilmelidir. Ayrıca bu alanda bilgin yetiştirilmesine yönelik tedbirler, daha eğitim aşamasında ele alınmalıdır.
Hukuk alanında ise, mevcut eğitim sistemi yeniden ele alınarak, adalet sistemindeki tartışmaları da ortadan gidermeye yönelik çözüm yolları, daha eğitim aşamasında ele alınmış olmalıdır. Bu alanda da bilgin yetiştirmek amaçlanmalıdır.
Bir müellif, “sömürge eğitiminden” söz ederek, “sömürgeci anlayışa sahip ülkelerin kendi dillerini dayattıkları bazı az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki edebiyat ve hukuk dallarında bilgin yetişmesini önlediklerini” dile getirmiştir (Arvasi, 1991). Nitekim Cumhuriyet döneminde, edebiyat alanında Fuat Köprülü’den, hukuk alanında da Sadettin Arel’den sonra bilgin yetişmemiştir. Bilindiği üzere, Arel aynı zamanda Türk Sanat Musikisi’nin de öncülerindendir.
Sosyoloji alanında dünyadaki gelişmeler takip edilerek, yeni yöntemler bu dalda eğitim gören gençlere kazandırılmalıdır. Felsefe alanında ise, eski çağlardan beri devam ede gelen bilgiler önyargısız olarak verilmelidir. İslam medeniyetine ait önemli eserler de öğrencilere mutlaka sunulmalıdır. Batılıların da iyi tanıdıkları İslam bilginlerine ait eserlerden söz edilmesinde ne mahsur olabilir. Kendi kültürümüzle barışık olmamız, eğitimdeki bir takım arayışlar açısından artık kaçınılmaz hale gelmiştir.
Yükseköğretim öğrencilerine mutlaka iyi bir çevre bilinci kazandırılmalıdır. Çünkü, günümüzde tüm dünyada ve kendi çevremizde çok ciddi ekolojik sorunlar yaşanmaktadır.
Lisan üstü eğitimde, günümüzün popüler hale gelmiş konularında ihtisas yaptırma yoluna gidilmelidir. Yüksek lisans ve bilhassa doktora çalışmalarında, dünyadaki son teknolojiyi kullanabilmek esas olmalıdır. Bu amaçla yurt dışına gönderilen lisansüstü öğrenciler bu konulara yönlendirilmelidir. Şayet, böyle bir yönlendirmeye gidilmezse, öğrenciler kolaycılığa kaçabilirler. Bu öğrencilere danışmanlık yapmakta olan yabancı araştırmacılar da, öğrencilerin isteklerine göre hareket etmek durumunda kalabilirler.
Beyin göçüyle yurt dışına çıkmış, dünyanın çeşitli üniversite ve araştırma kuruluşlarında çalışmakta olan bilim adamlarımızın, o ülkelerde lisansüstü eğitim görmekte olan gençlerimize danışmanlık yapmaları da söz konusu olabilir.
5. Sonuç
İlk insandan itibaren gelişmekte olan bilgi, günümüzde ise alabildiğine gelişmiştir. Bilginin geldiği nokta itibariyle, bu gelişmeye uygun olarak, tüm dünyada yaygın ve örgün eğitimde gelişmeler olmaktadır. Ancak, eğitimle ilgili gelişmeleri, ülkemizin iyi takip ettiği söylenemez. Eğitimde yeni stratejiler geliştirmeye ihtiyaç vardır. Örgün eğitimde her öğretim düzeyinde yapılması gereken uygulamalar vardır.
* Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Kazım Kara - Iğdır Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Zootekni Bölümü, Biyometri ve Genetik Anabilim Dalı