“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Nevzat KÖSOĞLU

Nevzat Kösoğlu,
Ömrünü, inandığı Türk-İslam ülküsü ekseninde geçiren ve bu yolda verdiği eserlerle her milliyetçinin kütüphanesinde kendine yer bulan en önemli yazarlarımızdan birisidir Nevzat Bey. Her gencin sohbetlerinden bir veya birkaç kez yararlandığı yazar, milletleri ortak bir kültür ve ülkü ekseninden bir araya gelmiş topluluklar olarak tanımlamaktadır. Kültürümüze, dolayısı ile müziğimize, mimarimize ve dilimize sahip çıkmamız gerektiğini her sohbetinde bıkıp usanmak bilmeyen bir azimle bizlere aktarmaktadır. Eserinde, son dönemlerde çokça telaffuz edilen ama herkesin farklı yorumladığı milli kültür, mozaik kültür ve etnisite gibi kavramlara yeni ve açık tanımlamalar getirmektedir. Ziya Gökalp ile başlayan modern anlamda Türk milliyetçiliği fikriyatının bayrağını Mümtaz Turhan, Peyami Safa ve Erol Güngör gibi isimlerden devralarak ileriye doğru taşımaktadır. Eserinde bazı bölümlerinde, adeta Osman Turan’ın ayak izlerini görmekteyiz. Türk milliyetçilerinin başucu eseri olan “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ni günümüze göre yorumlamaktadır. Kızıl Elma anlayışı, Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi telakkisi ve yabancı aydınların gözünden Türk milletinin sahip olduğu özellikler ayrıntıları ile aktarılmaktadır. Birlik üzerine yazdığı ve günümüze ışık tutan satırlarını aktararak yazımızı sonlandırıyoruz; “Mili birliği korumak, parçalamaktan çok daha zordur. Bizim birlik dediğimiz toplumsal olgu ve duygular yüzyıllar süren bir ortak yaşamın ve sayısız acı-tatlı tecrübelerin bir sonucudur. Bu kadar uzun bir süreçte ulaşılan bu duyguya sıradan bir şüphe düşürmek hiç de zor değildir. Ama, şüphelerin açtığı yaraları sarmak, yeniden birliği kurmak sabırlı, şuurlu bir yönetimin, kesintisiz bir eğitimin ürünü olabilir. Tek imkânımız toplumun kuruluştaki yapısının ve doğal gelişmesinin birlik yönünde olmasındandır; üç-beş bin yıllık tarihi birikimimiz bu birliği öğütler, kuruluş doğal olarak birlik üzerinedir ve bu tavrı toplumun şuuraltına kadar yer etmiştir.”


Hıdır Düzkaya

 

Nevzat KÖSOĞLU (1941-……)    

Nevzat Kösoğlu, 7 Ekim 1941’de Erzurum-İspir’de doğdu. Liseyi Erzurum ve Karabük’te okudu. İ. Ü. Hukuk Fakültesini ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsünü bitirdi. 1964’te gazeteciliğe başladı. Babıali`de Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğini yaptı. Ötüken Neşriyat`ı kuranlar arasında yer aldı ve yönetti. 1970 yılında Milliyetçi Hareket Partisinin Genel Sekreter Yardımcılığına seçildi. 1977 genel seçimlerinde MHP’den Erzurum milletvekili olarak parlamentoya girdi. 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonra bir buçuk yıl tutuklu kaldı. Yayıncılıkla uğraştı. 14 ciltlik Büyük Türk Klasiklerini yayınladı. Kültür Bakanlığı adına 30 ciltlik Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları projesini yürüttü.

Nevzat Kösoğlu, Türk Tarihini ve Felsefesini günümüz şartları içerisinde yeniden ele almış; kültür ve medeniyet kavramları ile alakalı özgün fikirler ortaya koymuştur. Gelenekle gelecek arasındaki bağın nasıl kurulması gerektiğini ele aldığı güncel meseleleri vukufiyetle izah etmiştir. Kimlik çalışmalarına yeni bir boyut getirerek yeni Türk Kimliği’nin inşa yollarını göstermiştir. Nevzat Kösoğlu; aşağıdaki eserleri ile günümüzün kafa karıştıran sorunlarının tümüne cevap vermektedir.

Eserleri:

  1. Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler,
  2. Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türkler'de-İslâm'da ve Osmanlı'da Devlet,
  3. Şehit Enver Paşa,
  4. Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp,
  5. Geçmiş Zaman Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri,
  6. Küreselleşme ve Milli Hayat
  7. Türk Kimliği ve Türk Dünyası,
  8. Milli Kültür ve Kimlik,
  9. Türk Milliyetçiliği ve Osmanlı,
  10. Konuşmalar,
  11. Devlet Eski Türkler'de İslam'da ve Osmanlı'da,
  12. Kitap Şuuru, eserlerinden bazılarıdır.

TÜRK OLMAK YA DA OLMAMAK

Milli Kültür, Mozaik Kültür ve Etnisite

NEVZAT KÖSOĞLU

ÖTÜKEN YAYINEVİ
2. BASKI, 2007
İSTANBUL


?    Bir toplumun paylaştığı ortaklıklar ne kadar çoksa o toplum o kadar güçlü, o kadar sağlıklı, o kadar diri olur. Bu, Türk toplumu için de, bütün dünya toplumları için de geçerli olan bir sosyolojik kuraldır.

Böyle olunca, dünya yüzünde devletler birbirleriyle mücadele ederlerken, -siyasi, askeri, iktisadi mücadeleler- ifade ettiğim sosyolojik ilkeyi de kullanmaya, değerlendirmeye çalışmışlardır. Nedir o? Bir toplumun paylaştığı ortaklıklar, kültürel ortaklıklar ne kadar çoksa toplum o kadar güçlü, o kadar kuvvetlidir. Öyleye, bir toplumu paylaştığı ortaklıklardan ne kadar ayırabilirsek, ortak kültür öğelerini ne kadar aza indirebilirsek, o toplum o kadar zayıflar. Toplum zayıfladığı zaman, ona dayanan devlet de o kadar zayıflar. [s. 10]

?    Bu yüzden devletler birbirlerinin sosyal yapılarıyla yakından ilgilenmeye başlamış-lardır. Biliyorsunuz, şarkiyatçılık yahut oryantalizm diye başlı başına bir disiplin Batı kültüründe ortaya çıkmıştır. Nedir bu? Genelde Doğu, ama özelde İslam milletlerinin kültürel yapılarını, inançlarını, düşünce biçimlerini, etnik yapılarını, dillerini, bütünüyle kültür hayatlarını yakından inceleme çalışmasıdır. Bu çalışmaları büyük bir ciddiyetle yaptıklarını kabul etmek zorundayız. Öyle ki, şimdi biz zaman zaman kendi dilimizi, kendi şiirimizi, kendi musikimizi, kendi dinimizi onlardan öğrenmek zorunda kalabiliyoruz. Yani bizim dinimiz, dilimiz, musikimiz vesairemiz hakkında yazılan hiçbir ciddi eser yoktur ki, kaynak olarak o oryantalistlerin yazdıklarından bir şeyler almış olmasın. [s. 11]


?    Etnisite nedir? Sözlüklere, ansiklopedilere baktığımız zaman, etnisite kavramının temelde ortak bir soydan gelme şuuruna dayandığını okursunuz; ortak soydan geldiğine inanan bir toplumsal grubun, farklı bir kültür geliştirmesi olayıdır. Yani, belli bir kültür çevresi içerisinde yaşıyor, ama bu kültürü oluşturan insanlardan farklı bir soydan geldiklerine inanıyor ve farklı bir kültür geliştirip yaşatıyorlar. Dilleri farklı, inançları farklı, yemek kültürleri farklı, yaşama biçimleri farklı ve bu farklılıklarını geliştirerek sürdürüyorlar. Bu yapı bir etnisiteyi oluşturur. [s. 13]

?    Mozaik kültür, ana kültür içindeki etnisitelerin kültürel varlıklarını ifade için kullanılmaktadır. [s. 16]

?    Mozaik nedir? Mozaik, bağımsız farklı kültürlerin bir arada yaşamasıdır; birbirinden bağımsız ve farklı kültürler yan yana yaşıyorlar. Sovyetler döneminde Rusya mozaikti. Nasıl mozaikti? Rus kültürü vardı ve devam ediyordu, canlıydı ve bunun yanında Türkmen kültürü de vardı, o da canlıydı; edebiyatı vardı, musikisi vardı, mektebi vardı, milleti vardı; Azeri kültürü vardı, Kazak vardı, bir sürü kültürler vardı. Bunların hepsi canlıydı, yaratıcılıklarını devam ettiriyorlardı; yani kendilerini inşaya, eserlerini vermeye devam ediyorlardı ve bir arada yaşıyorlardı. İşte bu mozaiktir. [s. 19]

?    Milli devlet ne demek? Milli devlet, bir millete dayanan ve halkı da aynı milletten oluşan devlet demektir. Gerçi Yüce Osmanlı Devleti de fiilen Türk milletine ve hukuken İslam toplumuna dayanıyordu; ama, Tanzimat’tan sonra bu düzen bozulmuş ve bünyesindeki bütün etnisiteleri içeren “Osmanlı” genel unsuruna dayandırılmak istenmişti. … Osmanlının önceki asli düzeninde, gayrimüslimler siyasi haklara sahip değillerdi; devlet memuru olamaz, askerlik yapamazlardı; onlar zımmî statüsünde hayatlarını, kültürlerini devam ettirir, farklı bir etnisite ve mozaik kültürün bir parçası olarak varlıklarını sürdürürlerdi. [s. 20–21]


?    Bir etnisitenin var olabilmesi için, ayrı bir soydan geldiğine inanan ve o soy şuuru etrafında farklı bir kültürü geliştiren, yaşayan ve yaşatan bir toplumsal birimin olması lazımdır. Bu, aynen mozaik kültür için de geçerli; yani mozaik kültür olabilmesi için, içinde bulunduğu büyük kültürle birlikte, kendi bağımsız varlığını devam ettiren, yaratmaya devam eden, farklı din, farklı dil, farklı bir yaşayış biçimi; yani onu farkı yapan ne varsa hepsinin yaratıcılığının devam etmesi lazımdır. Eğer bütün bunlar yan yana gelebiliyorsa, o zaman bunlar bir mozaik kültür oluştururlar. [s. 22]

?    Devlet-i Aliyye’nin son zamanlarına doğru bu yapıya bir darbe vuruldu; 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları. Özellikle Islahat Fermanı’nda, gayrimüslimlere de Müslümanların sahip oldukları siyasi haklar verildi. Müslüman halkın, “Gavur Müslüman eşit oldu” diye huylandığı, Ahmed Cevdet Paşa’nın, “Devletin esasına helal geldi” dediği olay bu idi. Yüce Osmanlı Devleti’nin kuruluş ilkesi değişmişti. Esasında bu, Batılı devletlerin zorlamaları ile gelinen bir nokta idi. Batılı devletler, ülkemizdeki gayrimüslimler vasıtası ile devleti içinden kontrol etmek istiyorlardı. Nitekim daha sonra gelen Meşrutiyet gayrimüslimlerin Meclis’e girmelerine imkan verdi ve Türkler azınlığa düştüler. Osmanlılar da, devleti yeni bir anlayış ve kavram üzerine oturtmaya çalıştılar ki, bu, Osmanlılık kavramı idi ve sadece siyasi uyrukluğa dayanıyordu. Bunun tutmadığını ve gayrimüslimlerinin süratle ayrışmalarını kolaylaştırdığını biliyoruz. [s. 30]

?    1908’lere gelindiğinde İstanbul’da Türk’ten gayri Müslüman unsurların da kendi dernek ve kulüplerini kurdukları görülüyordu. Gayrimüslim unsurlar zaten bayrak kaldırmışlardı. O günleri yaşayanlar¬dan Mehmed Ali Ayni, Milliyetçilik isimli kitabında, “Bab-ı Ali yokuşundan çıkarken hepsinin tabelaları okunuyordu; bir bizimki yoktu” diyor. Ziya Gökalp de aynı noktayı işaret ediyor ve herkesin caka satarak, “Arnavut’um, Arab’ım” dediği zamanlarda sadece Türklerin sessiz kaldıklarını yazıyor. [s. 31]
?    Mademki milliyetçilik ölü toplumları diriltiyor, can ve heyecan veriyor, biz de mensup olduğumuz topluluklara bu fikri aşılayarak onları uyandırmalı ve gelecek mücadelelere hazırlamalıyız. Bu durumda, Müslüman her kavim kendi milliyetçiliğini yaparak toplumunu diriltmeli ve batıdan gelecek sömürgeci hareketlerle savaşmaya hazırlanmalıdır. (Cemalettin Afgani) [s. 35]

?    Hemen söyleyelim ki, Rum, Sırp, Bulgar yahut Ermeni milliyetçiliklerinde, Osmanlı düşmandır, savaşılması gerekendir; mücadelenin heyecan kaynağı ona duyulan kindir. Arnavut ve Arap milliyetçiliklerinde ise, karşıki olan Osmanlı değil Avrupalıdır; heyecan kaynağı, Osmanlıdan kurtulmak değil, Avrupa’nın eline düşmemek, sömürge olmamak, bunun için bağımsızlığına kavuşabilmektedir. Sonuçta, Osmanlıyı yıkmak için değil, yıkılan Osmanlı içinde Avrupalıya sömürge olmamak için başvurulan bir milliyetçilik. [s. 35–36]

?    Şunu bilmeliyiz: Bu düşünce, o dönemin Ziya Gökalp’ı dahil, İslamcı dediğimiz mütefekkirleri dahil, hemen bütün Arap ve Türk aydınlarında ortaktır: Herkes kendi milletini ayağa kaldırsın. Sonra?... Sonrasına Allah kerim; bakalım ne olur… Ama önce Batıdan gelen müstevliye karşı kendimizi kurtaralım.

Daha Sakarya Savaşı yapılmadan önce, Irak kralı olacak olan Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal, Mustafa Kemal Paşa ile irtibat kurarak, “Birleşelim ve birlikte mücadele edelim.” Diye teklif eder. Mustafa kemal verdiği cevapta:
“Şimdi böyle sözleri bırakın; herkes kendi kavgasını versin, bu işleri bitirdikten sonra bunları konuşuruz” demiştir. [s. 39]

?    1980’den önceki olaylar, görünürde sol-sağ diye kabaca ve aptalca bir ayrım üzerinde mücadele yapılıyormuş gibi gösteriliyor idi. Olayın bir sağ sol kavgası olmadığını Türk milliyetçilerinden başka anlayan gerçekten yok muydu, hala emin değilim. [s. 47] 

?    Bir şey daha söyleyelim; 1980 öncesinde Ülkücü Hareketin doğudaki yayılışı hızlı idi; hemen her vilayetimizde ülkücü gençler çığ gibi büyüyorlardı; bunların çoğu Kürt’tü ve olağanüstü bir rahatlıkla “Ben Türk milliyetçisiyim” diyebiliyorlardı.

Başka bir şey daha: Doğuda 20–30 yıl evveline kadar canlı bir şekilde devam eden medreseler vardı, buralarda eski usul dini eğitim veriliyordu. Buralarda eğitim verenler de, alanlar da Türk Devletine bağlı idiler. Bunlar gizli eğitim yaparlardı; ama, devlete sadık insanlar yetiştirirlerdi ve buralardan yetişenlerin halk içindeki nüfusu fazla idi. Son 30 yılda bu medreseler adım adım kaybedildi; yani, Kürtçülüğün eline düştüler. Şimdi ne kadar var bilmiyorum ama, var olanların hepsi de Kürtçülüğün merkezi haline geldiler. [s. 49–50]

?    Üzücü olan şu: Bizim Kürtler zannediyor ki, gerçekten kıymete bindik… Bin yıldır bu Türklerle beraber yaşadık, bir olduk da bizim kıymetimizi bilmediler; bak Avrupalılar nasıl da arkamızda dolanıyorlar… Anlamıyorlar ki yüz yıldır, iki yüz yıldır bu kadar ülkeyi nasıl karıştırdı, bu kadar insanı nasıl kullanıp kırdırdıysa, seni de aynı maksatlar için kullanıyor. [s. 51]

?    Avrupa’daki Kürdoloji enstitüleri Kürtçe sözlükler yayımlarken, bir yanda da araştırmacılar, on bin kelimelik Rusça-Kürtçe sözlük üzerinde yaptıkları çalışmada, bağımsız bir kökten kelime bulunmadığını ileri sürmektedirler. Bu incelemeye göre, söz konusu on bin kelimenin yarısı kadarı Farsça, geri kalanın da yarısına yakını Türkçe, Arapça ve Urduca köklerden gelmekte, en az bir kısmının da kökeni tespit edilememektedir. Buna, Kürtçe’nin fevkalade farklı diyalektiklerinin bulunduğu ve bunların birbirlerini anlamadıkları da eklenirse, ortada bir kültür dilinden ne ölçüde söz edilebilecektir? Pigmeler de kendi aralarında anlaşmak için sözcükler kullanırlar. Bir Kürt edebiyatının varlığını sormuyoruz; Kürtçe yazmış bir Fuzuli, bir Veysel bilmiyoruz. [s. 55]


?    Her toplumsal kurumun, başta devletin, kuruluş ilkeleri vardır. Kurum bu ilkelerine bağlı kaldığı sürece sağlıklı çalışır, diri kalır. Devlet-i Aliyye’nin de kurucu ilkeleri vardı ve şunlardı: a. Egemenlik Osmanoğulları ailesine aittir; hiçbir şekilde tartışılamaz. b. Müslümanlar milleti hakimedir; siyasi ve idari haklar onlara aittir. Müslüman olan her Osmanlı mülkiye ve askeriyenin en üst kademelerine kadar yükselebilir. Kurucu unsur Türklerdir ve başlangıcından beri de resmi dil Türkçe olduğu için, millet-i hakime fiilen Türklerdir. Devşirme kurumu, etnik kökeni farklı olan çocukları alıp Türkleştiren bir ocaktır. c. Gayrimüslimler zımmîdir; Avrupa’nın yirminci yüzyılda bile ulaşamadığı bir rahatlıkta, her türlü kültürel ve ferdi hak ve imkanlara sahip olarak, devletin kefaleti altındadırlar. Ancak, siyasi ve askeri görevler alamazlar; bu alanda millet-i hâkime ile eşit değillerdir. [s. 59]

?    Az veya çok,  bağımsız bir kültürü yaşatabilecek düzeyde veya değil; Türk vatandaşlarından isteyen kesimlerin, istedikleri dili konuşmakta, türkü ve oyunlarını yahut mutfaklarını koruma duyarlılıklarında hiçbir sorun yaşanmaz ve hiçbir zaman da yaşanmadı. Ancak, bu tarihi arka planı ve PKK terörünü yaşadıktan sonra, bir kelime değişikliği ile sorunun çözülebileceğine inanacak kadar aptal olmamızı kimse bizden bekleyemez. Mesele kelime değildir; Türk devlet yapısını zorlayanlar ve millet bütünlüğünü açıkça reddedenler ellerini kandan ve silahtan geri çekmiş değillerdir. PKK’nın döktüğü kanların, çektirdiği acıların hesabı sorulmadan, farklı hiçbir adım atılamaz. [s. 67]

?    Başlangıçta milli duygunun toplumunun bir gerilimi olduğunu söylemiştik. Bu gerilim, toplumun muhtelif çağlarında değişik kimlikler olarak idrak edilir. Kabile çağ ve yapısında boy gerilimi, ümmet çağında ümmet gerilimi ve millet çağında da milli gerilim… Bütün bu farklı kimliklerin aynı anda birlikte bulunmaları gibi, bu gerilimler de birbirini yok etmeden iç içe bulunabilir, yaşanabilirler. [s. 73]


?    Büyük düşünürümüz Ziya Gökalp, toplumların kendi benliklerini algılaması, milli kimliklerinin farkına varması halini “mefkure” olarak isimlendiriyordu. O’na göre, büyük felaket ve buhran dönemlerinde yapılan coşkulu büyük toplantılarda, fertler kendi benliklerini unutarak, toplumun benliği ile bütünleşirler. O coşku içindeki ferdi benliklerin oluşturduğu, ancak, onların toplamından ibaret olmayan, ayrı bir varlığı olan bir toplum beni doğar. Bu, toplumun ruhudur. Kişiler kendilerini bu bütün içinde, kişisel kaygılarından kurtulmuş olarak coşkun ve huzurlu bulurlar. Bu “mefkûre”dir. O anda, insanlar içinde yaşadıkları toplumun o çağdaki varlığını bütün olarak duyumsar ve onunla bütünleşirler. Bu toplumun kendi milli kimliğini duyumsamasıdır; “Ben Türk’üm…” [s. 74]

?    Toplumun iman yapısından doğan sorunlar, değişmeden değil, inancın gücünü kaybetme¬sinden/soğumadan kaynaklanır. İnançlar zayıfladıkça kültürün yaratıcılığı kaybolur ve kendini yenileyemez; belirli bir dönemdeki işlev ve biçimlere takılı kalır, donuklaşır ve giderek katılaşır. Bu durum, giderek çağdaşlıktan uzaklaşma ve her türlü sorunun çözülemeyen birikimine yol açar. [s. 86]

?    Gökalp, “Eğitim, kavmin kültürünü o kavmin fertlerinde ruhi melekeler haline getirmektir” derken, milli kişilik ve kimliğin oluşturulmasına işaret etmektedir. Ona göre eğitimin gayesi fertlere milli kültürü benimsetmek, milli fertler yetiştirmektir. [s. 91]

?    Her millet tesadüfe değil, bütün mazisine dayanan özel bir şahsiyete sahiptir. (Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat, İstanbul, 1981, s. 91) [s. 92]

?    Bilge Kağan’ın bir şehir kurup orada oturma düşüncesine veziri Tonyukuk karşı çıkar ve göçebeliğin verdiği hareket üstünlüğünün değerini anlatır. Çinliler ordu toplayana kadar, biz vurur ve çok uzak yerlere çekiliriz, der. Tonyukuk’tan altı yüz sene kadar sonra, bir imparatorluk kuran Osman Bey de oğluna, “Oturak olmayasuz” diye öğüt verecektir. [s. 112]

?    Çin kaynakları, M.Ö. 31–30 arasında “Hunlar Yinşan dağlarını kaybettiklerinden beri, gözlerinden yaş dökmeden oralardan geçemiyorlar.” diye yazarlar. [s. 116]

?    “Konuk gelilnce kut (uğur) gelir” (Tarihi bir Türk atasözü) [s. 117]

?    Türkler savaşçılıkta üstün olan bir kavimdir. Bunun için de, “anlayışlı, bilgili, ihtiyatlı, azimli, sabırlı, sırrını saklayan, kültürlü, gafil olmayan, çok tecrübeli biri olması…” gerekir. Horasan valisi Cüneyt b. Abdurrahman Türk Hakanı ile karşılaşır; endişelenir. Hakan, korkma, der benim niyetim savaşmak değil. Senin zayıf taraflarını hemen gördüm; isteseydim ordunu hemen dağıtırdım. Fakat senin faziletli, dinini bilen biri olduğunu duydum. Dinin hakkında sana soracaklarım var. Maiyetinle otağıma gel.

“Sakın benden kuşkulanıp endişeye düşme; benim gibi bir adama gadretmek yakışmaz. Benim gibi bir kimse önce hile ve hudasından emin edip de, sonra verdiği sözü bozan bir insan değildir. Biz işlerimizde hile yapmayan bir milletiz. Hileyi sadece savaşta mubah sayarız. Eğer savaş hilesiz olacak olsa, hileyi savaşta bile mubah görmezdik.” (Kaynak: Câhiz) [s. 120]

?    Türkler askere başbuğ olmak veya bir fırkanın başına geçmek veya bir cemaate emir ve yasakta bulunmaktan başka bir işe razı olmazlar.” (İbn Hassul (ölm. 1058), Türklerin Üstünlüğü isimli kitabından) [s. 121]

?    Hayvanlarına bile kendine has bir üslup kazandıran kültürün gücüne, Kitabu’l Hayavan isimli kitap yazan Arap yazar da tanıklık eder: “Türklerin memleketlerinin, develere, hayvanlara, duvarlara, vahşi hayvanlara ayrı bir şekil verdiğini görürsün.” Bir diğer Arap yazar K. Biğal de aynı şeyleri söyler: “Biz Türk ülkelerindeki her şeyin Türkî olduğunu gördük.” [s. 122]


?    İbn-ül Esir tarihinde diyor ki; “Bu millet öyle bir millettir ki, eğer güler yüzle karşılanacak olursa, güzellik itibariyle meleklere benzer ve eğer üzerine hücum edilecek olursa ifrit kesilir. [s. 122]

?    Tarihimizin ilk çağlarından beri var olan dünya hâkimiyeti ülkü ve inancı, ilay-ı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek) ve nizam-ı âlem fikriyle iyice kanatlanmış ve Kızıl Elma’ya dönüşmüştür. Gaza fikri, giderek çapuldan, Allah’ın adını yüceltmek için kavgaya dönüşmüş, ülkeleri İslam’a açmak eylemine yükselmiştir. [s. 124]

?    Müslüman dünyasının dahili ve harici sorunlarının yoğunlaştığı bir dönemde İslam dünyasına giren Türkler ve Selçuklu hakimiyeti, daima övgüyle anılmış ve Selçuklu hükümdarları, “Dünyanın efendileri” ve “Mübarek hanedan” olarak isimlendirilmiştir. [s. 126]

?    Büyük Selçuklu hükümdarı Melikşah, gayrimüslimler arasında da “Baba” olarak nitelenir. Urfalı Mathieu şöyle yazar:

“İnsanların en adili, en akıllı ve kudretlisi olan Melikşah bütün insanlara ve Hıristiyanlara karşı baba gibi idi. Bütün Rum ve Ermeniler kendi arzularıyla onun idaresine girdiler.” [s. 127]

?    İkinci Haçlı Seferinde Selçuklu Hükümdarı Sultan Mesud, Bizans İmparatorunu Konya önünde yenip, Alman imparatorunun ordusunu da Eskişehir çevresinde 1147’de imha eder. Fransız kralının kuvvetlerini de Denizli ve Antalya yöresinde dağıtır. Suriye’ye gidemeyip bu çevrelerde kalan Haçlılar açlık, yoksulluk ve hastalık içindedirler. Yerli Rumlar, bu Frankların ellerinde kalanları da hile ve sahtecilikle alıp, kendilerini açlık ve ölüme terk ederler; bir kısmını da kendileri öldürürler. “Fakat, savaştıkları Türkler, bu Haçlı artıklarını korudular; açlarını doyurdu, hastalarını tedavi ettiler. Hatta Türkler, Rumların Haçlılardan zorla ve hile ile aldıkları gümüşleri satın alarak fakir Haçlılara dağıttılar…” Olayı anlatan Frank tarihçi diyor ki,
“Dindaşları Rumların zulümlerinden kaçarak Müslümanlar nezdinde emniyet, himaye ve merhamet arayan Haçlılardan üç binden fazla gencin Türklere katıldığı söyleniyor. Ah merhamet, sen hıyanetten daha zalimsin! Çünkü Müslümanlar Hıristiyanlara ekmek vermek suretiyle bunların dinlerini satın alıyorlardı. Bununla beraber Türkler bu iyiliklerine karşılık hiç birini din değiştirmeye zorlamadılar.” [s. 129–130]

?    Aynı yüz yıl (On yedinci yüz yıl) seyyahlarından P. Tafur, Türklerden söz ederken, “Türkler konuşmalarında dost ve neşeli, yemek ve harcamalarında çok asil ve hayırseverdirler. Oralarda bir kimsenin faziletinden söz atılınca, ‘Türk gibi’ demek yeterlidir.” der. Kahire’de bir yargılamaya tanık olan bu gezgin, bir Türk şahidin dinlenmesi vesilesiyle sorduğunda, kendisine “Türklerin her dediği hakikat olarak kabul edilir” diye cevap verildiğini yazar. [s. 130]

?    Ünlü Fransız gezgini M. De Thevenot on yedinci yüz yılda şunları yazar:

Türklerin kusurlarına gelince, son derece azametli oldukları için kendilerini bütün milletlerden üstün tutarlar ve yeryüzünün en cesur insanları sayarlar; dünyayı kendileri için yaratılmış sanırlar. İşte bundan dolayı bütün diğer milletleri ve bilhassa kendi dinlerinden olmayan Hıristiyan ve Yahudi milletleri toptan hafife alırlar. [s. 132–133]

?    Anadolu’da ticaret prensibi şudur: Servetini kaybetmek istemiyorsan Hristiyana, sahip olduğu malın onda birinden fazla borç verme. Ama, bir Müslümana vereceksen korkmadan on mislini de verebilirsin…” [s. 134]

?    On sekizinci yüzyılda Türkiye’yi gezen Kont de Marsigli şöyle yazar: “Türklerin güldükleri nadiren görülür, konuşmaları gayet ciddidir. İşlerinden bahsederken çok kısa sözler söylerler ve kendilerinde de az kelimeyle meram anlatılmasını isterler. [s. 135]


?    Fransız seyyah Du Loir, “Türkler… yaratılıştan iyidirler, bu hallerini iklimin tesirinden doğmuş zannedilmemelidir; çünkü Rumlar da aynı memlekette dünyaya geldikleri halde mizaç itibariyle Türklerden o kadar farklıdırlar ki, atalarının ancak fena huylarına, yani hilekarlıklarına, hainliklerine ve benlik gururuna varis olmuşlardır…” [s. 139]

?    İkinci Bayezid Han döneminde “Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır.” Ayrıca, “Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır.” [s. 140]

?    Moğolların gizli tarihini Almancaya çeviren Prof. E. Haenisch, Cengiz Han’ın başarılırının üç temele dayandığını, bunlardan birinin de, “Semanın vekili olduğuna inanması olduğunu söyler. Profesör’e göre, yağma ve intikam saiki ile başlayan ve gittikçe büyüyen başarıları onda dünyaya egemen olmak için Gök tarafından görevlendirildiği inancını doğurmuştur. Gökte bir güneş olduğu gibi, yeryüzünde de ancak bir han olmalıdır. Görüldüğü gibi, Çin İmparatorluğunda ve Hunlardan itibaren Türklerde görülen, gökte tek güneş, yerde tek han fikri Cengiz Han’da yeniden ortaya çıkmıştır. [s. 145–146]

?    Cengiz Han’ın mühründe şu ibare vardır: “Gökte tek Tanrı, yerde tek han; Yerin efendisinin mührü”. [s. 147]

?    Tarihçi Babinger, Fatih’in harp planlarının İtalya’ya ve ardından Almanya’ya boyun eğdirmeğe “kadar ileri” gittiğini yazar. II. Mehmet Han’ın bir cihan devleti kurmak emelini, çevresinde bulunmuş olan İtalyan danışman, tüccar yahut diplomatlar yakından bilir ve raporlarında yazarlar. Langusto’nun ifade ettiğine göre, Fatih İstanbul’un fethinden sonra, “her gün iki danışmanına, Ancona’lı Ciriaco ve başka bir İtalyan’a Roma ve daha başka memleketlerin tarihini huzurunda okutuyor. Bunlara Laertius, Herodot, Livius, Quiritius’un eserlerini ve papaların, imparatorların, Fransa krallarının, Longobardların kroniklerini okutturuyor.”         [s. 148–149]
?    II. Mehmet Han, gönderdiği zafernamelerde “Allah tarafından teyid edilmiş” ibaresini kullanır ve askerlerini de “Allah’ın ordusu” olarak niteler. [s. 150]

?    Niccola Sagundino isimli İtalyan, Fatih’in Kızılelma inancını şöyle anlatır: “Kendisine İtalyan Krallığını, Roma şehrinin zaptını ve İstanbul’u Tanrı tarafından tayin olunan devlet merkezi olarak vaad eden bazı kehanetlere dayanıyor. Bu hükümet merkezi de, İstanbul değil Roma olmalı imiş ve kızını (İstanbul’u) zorla aldıktan sonra, anasını da (Roma) alabilmesi gayet tabi imiş.    [s. 151]

?    İstanbul için Türk tehlikesi iyice belirginleşince, Bizans İmparatoru, Papa’dan yardım istemiş, Papa da, kiliselerin birleşmesi koşuluyla bu yardımı vaat etmişti. Çaresiz kaldığını düşünen İmparator bu teklifi kabul etmişti. Bunun üzerine iki yüz kadar İtalyan askeri ile İstanbul’a gelen kardinal İzidor, 6 Nisan 1453 günü Ayasofya Kilisesi’nde, Rum patriği Grigorios Mammas’la birlikte ortak bir ayin düzenler. Böylece, Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştiği ilan olunur. Ancak, İmparator’un İstanbul’u kurtarmak için giriştiği bu hareketten halk memnun olmamış; imparatoru tekfir etmişlerdir. İşte bu sıralarda başbakan Lukas Notaras’ın, “İstanbul’da Latin şapkası görmektense, Türk sarığını tercih ederim” dediği rivayet edilir. İstanbul halkı 1204 Haçlı Seferi’nde İstanbul’un işgal edilişini, yapılan yağma ve zulümleri unutmamıştır. Patrik Grigorios ve İmparator’a karşı başbakan Lukas ve Ortodoks kilisesinin ileri gelenlerinden Gennadios Skhlarios Ortodoksluğun bağımsızlığını savunuyorlardı ki, bu sonuncusu, fetihten sonra Rum Ortodoks patriği seçilmiştir. [s. 156]

?    Bernard Lewis, “Serhatlerde çarpışan bütün Türk ricalin, zulüm ülkelerine hakkı götürdüklerine inanmış adamlar” olduklarını yazar. [s. 158]
?    Tarihin seyrine göre cihan hâkimiyeti mefkûresi, asla şahsi veya milli bir gurur ile değil, ilahi bir emir ve inançla vücut bulmuş; beşeriyeti hak, adalet ve saadete eriştirmek maksadı ile bir dünya nizamı davasına ve insanlık idealine dayanmış; bütün Türk-İslam Osmanlı cemiyeti asırlarca maddi-manevi güç ve emeklerini bu uğurda harcamıştır. (Osman Turan) [s. 159]

?    Sultan Fatih’ten itibaren oluşan geleneğe göre, Osmanlı padişahları tahta çıkıp, kılıç kuşandıktan sonra, mensup oldukları kabul edilen Yeniçeri 61. ortayı ziyaret ederler. Kendilerine sarayda hazırlanan kahve ve şerbet odabaşı tarafından mühürlü bir kap içerisinde sunulur. Sultan bu kabı altınla doldurarak iade eder ve oda yeniçerilerine, “İnşallah Kızılelma’da mülaki oluruz” der. Yeniçeriler de, dua makamında alkışlarla ve “İnşallah Kızılelma’da buluşuruz” diye karşılık verirler. Asker arasında Roma Kızılelma’sının da fethedileceğine dair dolaşan Peygamber muştusunun kitaba geçmesi çok eskidir: “IX. Asırda Futuh-ı Mısr’ı yazan İbn Abdul Hakem’in kaydına göre de, İstanbul’dan sonra Roma’nın düşeceği hadisleri de vardır. [s. 160]

?    Kızıl elma,  Türk milletinin tarihi ülkülerini simgeleyen bir kavramdır. Türk ülkücülüğünün Kızıl elması değişmeyen ve belirli bir şey yahut yer değil, soyut bir milli gerilim ifadesidir. Her dönemin kültürü, geriliminin gücüne göre onu isimlendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. O zaman için Kızıl elma bilinmiş olur. Ancak, Türk gücü oraya vardığında Kızıl elma ele geçirilmiş olmaz; bu kere daha ileride ve yine belirli bir yere geçer. Ona hiçbir zaman ulaşılamaz. İlk Türkçe sözlüklerde sayılan Endülüslü Ebu Hayyan’ın kitabında ülkü kelimesinin anlamı, yaklaştıkça uzaklaşan hedef olarak verilmektedir. Kültürün Kızıl elma hasreti yahut hırsı, her seferinde toplumu yenileyerek ileri iter. Türk milletinin yükseliş dönemlerinde Kızıl elma, cihan hâkimiyeti olarak adlandırılmıştır. [s. 165]


?    Eski Türklerin Pekin şehrine de Kızılelma dedikleri söylenmiştir. Türk hakanları ”Güneş bayrağımız, gök yüzü çadırımız” derken bu egemenlik ülküsünü dile getirir. [s. 166]

?    İstanbul’un fethinden sonra Türk Kızıl elması; Roma, St. Pierre-Rim Papa kilisesine gitmiştir. 1622’de Osmanlı-Avusturya serhad¬lerinde esir düşüp Roma’ya götürülen yüz doksan Türk, esaretten kurtarılmaları için Budin beylerbeyine gönderdikleri mektupta şöyle derler:

“Nerede mahbus bulunduğumuz sual olunursa, Beç’ten (Viyana) öte yüz altmış konak yerdür. Kızıl elma derler. Sual ederseniz, Kızılelma’nın dış kalasında kırk kapusu vardur. Ve ol memlekette (ölmeyip uykuya yattığına inanılan) Rim Papa (Vatikan’daki ünlü kiliseye ad veren St. Pierre) denilen mel’un hala sağdur. [s. 169]

?    İslamiyet’ten sonra, cihan hâkimiyeti fikrine, i’la-yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) ülküsü de eklenmiştir. Töreye bağlılık fikri devam etmiş, yer yüzünde adaleti egemen kılmak şeklinde görünmüştür. Böylece, Türk cihan hâkimiyeti ülküsü, bütün insanlar arasında ölçüsünü Kitap’tan alan adaleti egemen kılmak çerçevesi ile bağlanmıştır. [s. 178]

?    11 Eylül’ün, neredeyse tek mesajı şudur: “adil olun!” Sadece iç hukukunuz bakımından değil, uluslararası ilişkilerde de adil olun; ilişkilerdeki tek ölçü menfaat değil, hiç değilse, aynı zamanda adalet olsun. Sadece belirli konularda değil, hayatın bütün alanlarında ve sadece milli hudutlar içinde değil, dünyanın her yanında adil olun; bazı insanlar, bazı zümreler yahut milletler için değil, bütün insanlar ve bütün milletler için adil olun; çünkü, adalet en yüksek insanı değerdir; hiçbir ferdi yahut milli tutum bu değere aykırı olmamalıdır. [s. 179]

?    Bir iman ve şuura dayanmayan gerçekler, vaat ettiği imkanlar ne kadar büyük olursa olsun kullanılamazlar; heba olurlar. [s. 183]

?    Türkler Müslüman olduktan sonra, devlet kavramı ilave değerler kazanmış ve önemi artmıştır. Bu değerler, İslam kültüründeki din-devlet ilişkilerinin tarihi gelişmesinden doğmuştur. Bilindiği gibi, bu açıdan Hristiyanlık dünyasındaki gelişmelerle İslam dünyasındakiler epeyce farklıdır. Hristiyanlık, devletten ayrı ve yer yer devlete rağmen gelişmesini sürdürmüş ve teşkilatlanmıştır. Bu teşkilatlanma kiliseler şeklinde olmuş ve dinin hem koruyucusu, hem de uygulayıcı ve denetçisi kiliseler olmuştur. Bu yüzden, sonraki çağlarda büyük ölçüde devlet-kilise çatışması yaşanmış ve laik gelişmelerle son bulmuştur. İslam kültüründe ise, bir yanda vahiy devam ederken, aynı anda Müslümanlar devlet olarak teşkilatlanmışlar ve din, kendi devleti içinde ve onun gücüyle gelişmesini sürdürmüştür. Böylece, Niyazi Berkes’in işaret ettiği gibi, Müslümanlık bir kilise dini olmamış, bir devlet dini olarak var olmuştur. [s. 196]

?    Rahmetli Dündar Taşer, ana vatan Türk bayrağının dalgalandığı yerdir, derken bu gerçekleri ve devletin değerini bir cümlede ifade etmiş oluyordu. [s. 198]

?    Kültürümüzün uzun bir döneminde, insanlarımız varlık tasavvurlarını, doğru ile yanlışın ölçütlerini, insanlaşma ülküsünü, hayat karşısındaki mücadele direncini, başarma enerjisini dinden aldılar. Görkemli, özgün ve uzun süreli bir medeniyeti bu kaynaktan beslenerek kurdular. Ne kadar saf ve güçlü bağlandılarsa, o kadar güzel ve özgün medeniyet açılışlarının yaratıcısı oldular.        [s. 237]

?    “Hergün bir yerden göçmek ne iyi
    Hergün bir yere konmak ne güzel
    Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!
    Dün dünle gitti cancağımız,
    Ne kadar söz varsa düne ait.
    Şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
    (Mevlana) [s. 238]