“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Cemil MERİÇ

Cemil Meriç…
 
Meriç, Tanzimat sonrası dönemin yetiştirdiği ve gerçekten mütefekkir kimliğini üzerinde taşıyan birkaç kişiden biridir. O, …izm’ler ve …ist’lere karşı duruşu sebebiyle toplum tarafından anlaşılamamıştır. Bundan dolayı, kendini kitapların dünyasına vakfeden Meriç, gerçek dünyada (!) yaşayanlara şöyle sesleniyordu: “…zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak.”
 
Kendini bazen yel değirmenleri ile savaşan Don Kişot’la özdeşleştiren Meriç’in tek amacı hak ve hakikatin ortaya çıkmasıdır. Bu ama. Uğruna, çalışmalarındaki üslubu ve yapılan yanlışlara karşı kalemiyle verdiği savaş, bunun en büyük göstergesidir.
 
Batı ve Doğu medeniyeti üzerindeki yaptığı tespitler ise çalışmalarının en önemli bölümünü oluşturmaktadır. Batı’nın medeniyet tanımı ve insanlığa verdiği manevi tahribatı, o dünyanın kalemleri ile inceleyen yazarımız, Doğu felsefesini ise; Hint kültürü üzerine yaptığı çalışmalarla derinleştirmiştir. O, Batı ve Doğu’yu birbirinin tezadı olarak adlandırıyor ve Batı’ya benzemeye çalışan Doğu’nun kendini kandırdığını ifade ediyordu.
 
1955 yılında gözlerini kaybetmesine rağmen, biriktirdiklerini aktarmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş ve insanüstü bir yetenekle ömrünün sonuna kadar on’un üzerinde kitap ve yüzlerce makale yayınlamıştır. Bunları yaparken, aydınlatmak için aydınlanmak gerektiğinin farkında olarak, sürekli çalışmıştır.
 
Bu mecmuanın ortaya çıkmasının en önemli müsebbiplerinden biri olan Cemil Meriç’in, dergilerle ilgili görüşüyle sözlerimize son veriyoruz: “Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür.”
Aziz ASLAN
Cemil MERİÇ (1916) - (1987)
 
Cemil Meriç, 1916’da Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçtü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. 1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizce’yi anlıyor, Arapça’yı kendi ifadesiyle, “söküyor”du. Elazığ’da  (1942-45) ve İstanbul’da (1952-54) Fransızca öğretmenliği yaptı. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. İÜ’de okutmanlık yaptı (1946-63), Sosyoloji Bölümü’nde ders verdi (1963-74). 1955’de, gözlerindeki miyopinin artması sonucu görmez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Çeşitli dergilerde yazılar yayımladı. Hisar Dergisi’nde “Fildişi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. 1974’de emekli oldu ve yılların birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti. 1984’de, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. Mekânı cennet olsun.  
 
Eserleri:
1- Hint Edebiyatı,
2- Saint-Simoni İlk Sosyolog İlk Sosyalist,
3- Bu Ülke,
4- Umrandan Uygarlığa,
5- Mağaradakiler,
6- Kırk Ambar,
7- Bir Facianın Hikâyesi,
8- Işık Doğudan Gelir,
9- Kültürden İrfana,
10- Jurnal 1–2,
11- Sosyoloji Notları ve Konferanslar.
 
Çevirileri:
1- Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (Uriel Heyd),  
2- Köprüden Düşenler (Thornton Wilder),
3- Batı’yı Büyüleyen İslam (M. Rodinson).
 
BU ÜLKE
CEMİL MERİÇ
 
İLETİŞİM YAYINLARI
23. BASKI, 2004, İSTANBUL
 
Ø  Kendimizi tanımak irfanın varabileceği en yüksek merhale. [s. 19]
 
Ø  Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lazım hiç değilse. Hayatın maddi olaylarıyla ancak kronoloji yapılabilir. Kronoloji aptalların tarihi. [s. 20]
 
Ø  İnsanı cemiyet yaratır. Hangi cemiyet? İnsan cemiyetle tam bir uyum halinde olduğu zaman tarihi yoktur; doğar, yaşar, ölür. Tarihi yaratan, fertle kalabalık arasındaki anlaşmazlık… Fert cemiyetle kaynaştığı zaman tarihi yoktur…
 
Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır.Zira o, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil… Kaderimizi çizen cemiyet; fakat ona ırzımızı teslim ettiğimiz anda erimişizdir, denizdeki herhangi bir dalgayız. 
 
Şahsiyet, görünen cemiyet içinde görünmeyen cemiyeti seçip, tahtını onun bağrında kurmakla fethedilir. Her şahsiyet bir kopuş, bir olmayana, bir olacağa bağlanıştır… [s. 35]
 
Ø  Hilkatin atölyesinde çalışan, yani, yeni bir dünya parçası, yeni bir düşünce, yeni bir tertip yaratan ustaların sayısı, bir asırda üç beş… Sen onlardan biri olmağa çalışacaksın. [s. 36]
 
Ø  Benim neslim için Avrupa, insan zekasının zirveye ulaştığı ülke demekti. Türk aydını Tanzimat’tan beri Batı’yı heceliyordu. Ama zirveleri tanımıyorduk… [s. 38]
 
Ø  Ya Batılı olacağız yahut Batı kültürünün azad kabul etmez sömürgesi. [s. 41]
 
Ø  Fikir ve sanat adamının yeri: fikir ve sanat kavgasının ateş hattıdır… Her sanatkâr Agora’ya inmek, hayırla şerrin savaşında ister istemez yer almak mecburiyetindedir. Fildişi kuleye kapananlar şerrin zaferini (bilerek veya bilmeyerek) kolaylaştırmış olurlar. [s. 42]
 
Ø  İrfanı, toprağı dişlerimle ve tırnaklarımla kazarak yedi kat yerin dibinden çıkarmıştım. [s. 47]
 
Ø  Önünde birçok yollar var: politika bunlardan biri. Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi. Mutlak’ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat. [s. 47]
 
Ø  Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşmaz. [s. 48]
 
Ø  Tanzimat’tan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı… Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? [s. 51]
 
Ø  … Düşünenin görevi: insandan kopan, tarihini unutan ve yolunu şaşıran aydınları irşada çalışmak, kızmadan, usanmadan irşat. [s. 52]
 
Ø  Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kavuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık… Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç. [s. 52-53]
 
Ø  Münakaşada zafer mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. …Münakaşa hakikati birlikte aramaktır… Hakikat binbir cepheli, bin bir görüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir…
 
Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: bu canım memleket bu yüzden cüzamlılar ülkesidir. [s. 53]
 
Ø  … Evet, düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir. Yani vatandaş olarak vazifeleri vardır: belli savaşları kabul etmesi, belli tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başka vazifesi: bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek. Bazen yangın kulesindeki nöbetçi olacaktır, bazen engine açılan geminin kılavuzu. Sokakta insanlar boğazlanırken, düşüncenin asaletine sığınarak, elini kolunu bağlamak, düşünceye ihanettir. [s. 54]
 
Ø  … Cevaplarımız suallerle hudutlu… Sorulan sualler hep aynı olunca, cevaplarda da büyük bir tazelik aramak boş. Sorulmayan suallere cevap vermek, insan takati dışında. [s. 57]
 
Ø  Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete. [s. 58–59]
 
Ø  Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. (Daniel de Foe)  [s. 73]
 
Ø  Murdar bir hal’den muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. [s. 80]
 
Ø  İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe’lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı. [s. 90]
 
Ø  Karanlıkta kavga olmaz. İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. İstemesek de onlara muhtacız. [s. 93]
 
Ø  İdeolojinin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır, slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medeni insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı. Hınçlarını üç beş kelime ile suratımıza tükürüyorlar. [s. 93-94]
 
Ø  Her dudakta aynı rezil şikayet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını “yaşanmaz”laştıranlardır.     [s. 95]
 
Ø  Kıt’aları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar…
 
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeye başladı, “Asya bir cüzamlılar diyarıdır.”
 
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı”, diye fısıldadılar, “sen bir az-gelişmişsin.”
 
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişan-ı zişan" gibi gururla benimsedi aydınlarımız. [s. 96]
 
Ø  Dostoyevski, “Avrupa’yı kendimizden çok daha iyi tanıyoruz”, diyor. Biz ne kendimizi tanıyoruz, ne Avrupa’yı. Tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazine. Sosyologlarımız bir Kızılderili köyünü keşfe gider gibi, alan çalışmalarına koyuluyorlar. Avrupa’yı, Avrupa’nın istediği kadar tanıyoruz. [s. 106]
 
Ø  Ruskin kitapları ikiye ayırır: geçici olanlar, kalıcı olanlar. Geçiciler faydalı veya tatlı birer konuşma: Seyahatnameler, hatıralar. Bunlar kitaptan çok bir nevi mektup, bir nevi gazete. Kalıcı kitap, sohbet değil, yazıdır. Birkaç sayfaya sığdırılmak istenen bütün bir hayat. Ebediyete yollanan mesaj. Kimsenin söylemediği ve söyleyemeyeceği gerçek. Yazar, o birkaç sayfayı kaleme almak için gelmiştir dünyaya. Mümkün olsa taşa kazır fikirlerini. [s. 107]
 
Ø  Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele dayanmaz. Yığın düşünmez, maruz kalır. Nezleye yakalanır gibi tutulur bir fikre. Ateşi yükselince aslanlaşır, nöbet geçince her mukaddesi unutuverir. Büyük bir milletin duyguları ölçülü, düzenli, devamlıdır.
 
Kendini yığın haline getiren bir millet payidar olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz. Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı, atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene, kitap delisi diyoruz. Kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At uğrunda iflas eden edene.  [s. 109]
 
Ø  Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder.     [s. 114]
 
Ø  Kitap sahiden kitapsa dili de saftır. Yazar yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize. Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazarı aksettiren bir ayna. [s. 115]
 
Ø  Günümüzün “taşlamacısı”, akbabalara yaranmak için güvercinlere saldıran bir maskara. Oysa, şairin kanıyla imzalanmayan hicviyeler, asırların mahkemesinde imzasız bir mektup kadar itibarsızdır. [s. 124–125]
 
Ø  Kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşıyor, hem de bütün habasetiyle. [s. 126]
 
Ø  Koca bir asrı, birkaç haramzade evladına bakarak mahkûm edemeyiz. Bir çağı bütünüyle kötülemek, bütünüyle yüceltmek kadar yanlış. [s. 132]
 
Ø  Fransız ihtilali yalnız Batı feodalitesi’nin değil, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı. Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını o zaman fark eder. Henüz ne imanını kaybetmiştir, ne haysiyetini. Zirvelerden bakar diyar-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh.
 
Bu tanımadığı dünyanın kesif ve müselsel taarruzları karşısında kuvvetinden şüphe etmeye başlar. Hayret, yerini hayranlığa bırakır, hayranlık teslimiyete.[s. 133]
 
Ø  Aydın, batan bir gemidedir.(Osmanlı) Ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisini bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık olarak biraz “ihanet” istiyorlardı sadece.
 
Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu. 
 
Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa’nın emrinde ve Avrupa’nın inayetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi, medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halk? Ne savaşı? Kime karşı savaş? [s. 135–136]
 
Ø  Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat müstağrip. Edebiyatımız bir gölge-edebiyat; düşüncemiz bir gölge-düşünce. Üç edebi nevi itibardadır: Taklit, intihal, tercüme.
Cetlerimiz Avrupa’yı ehlileştireceklerini ummuşlardı. Namık Kemal bir fetih hülyasıdır. Namık Kemal ve nesli… Asya’nın akl-ı piranesi’yle Avrupa’nın bikr-i fikrini evlendirmek. Bu cihangirane ihtiras, yerini rezil bir zevkperestliğe bıraktı. Genç Batı’nın her nazına, her cilvesine katlanan ihtiyar birer âşık olduk. [s. 137]
 
Ø  Türk aydını Tanzimat’tan beri sığınacak ada arayan bir garip sürgün. [s. 144]
 
Ø  Yunanistan’a giderken, vapurda iki gençle tanışıyor Miller. Yunanlı talebeyi çok beğeniyor. Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşturmak sevindiriyor romancıyı ve Yunanistan’ı görmeden aşık oluyor Yunanlılara. Türk talebeye gelince “Hiç hoşlanmadım ondan diyor, en kötü taraflarıyla Amerikan kafası. Hayat yokmuş Türkiye’de. Ne zaman olacak? diye ordum. Ne zaman biz de Amerika gibi, Almanya gibi olursak, dedi. Hayatı hayat yapan madde idi, makine idi ona göre.” (The Colosus of Maroussi, s. 8-9)
 
Sürgüne gider gibi yurduna dönen bu bahtsız delikanlı, uzun bir zincirin son halkalarından biri. Ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanamamış. [s. 154]
 
Ø  Sonra nakarat: “Medeniyet sahasında mağlubiyetimiz kat’idir ve galip medeniyeti temsil etmek lüzumu mübremdir.” Ahmet (Ağaoğlu) Bey’de ihtiyar Caton gibi her ibareyi aynı nakaratla bitiriyor: “Delenda Cartago” (Kartaca’yı yıkalım). Yalnız Ahmey Bey’in Kartaca’sı, düşman bir ülke değil; kendi medeniyetidir, kendi medeniyetimizdir.        [s. 157–158]
 
Ø  İnsandan kopan intelijansiyanın kaderi suya nakışlar çizmek. [s. 163]
 
Ø  … Biz Bab-ı Ali’yi kendi idare tarzı’nın tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka. Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve adetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere. (Metternich)   [s. 165–166]
 
Ø  İslam için hürriyet felsefesi değil, hukuki bir mefhum. Temeli: camianın bütün fertleri arasında tam bir hak eşitliği olduğu inancı.   [s. 169]
 
Ø  İslam, cihanşümul bir dindir, bütün insanlara hitap eder. Kast da tanımaz. Gerçek Müslüman’ın nazarında sosyal sınıf diye bir şey olamaz. Servet veya mevki ayırmaz insanları; Müslüman, Müslüman’a eşittir. [s. 171]  
 
Ø  İslamiyet bir kanun ve nizam hâkimiyeti (nomokrasi)dir. Batı’nın geliştirmeğe çalıştığı eşitliği çoktan fethetmiştir. Fikir hürriyetini, insanı insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil, bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Demokrasinin ta kendisidir İslamiyet. Ama Batı’nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişen, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi. [s. 171-172]
 
Ø  Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslamiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Aliyye’yi Hıristiyanlığa kazanmak yani, Devlet-i Aliye ile bütünleşmek değil, ezeli düşmanını “etnik” bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını. Kaldı ki İslam’a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu, Avrupa’nın. Tahrip ameliyesi hiç değilse aydınlar “kemisi”nde tam bir başarıya ulaştı. Batı’nın muharref Hıristiyanlığa tevcih ettiği tenkitleri kendi dinimiz için de geçerli saydık. [s. 174]
 
Ø  Din, Avrupa için afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır. Hegel belki haklı: tarih tezatlar içinde gelişir. Osmanlı’nın tezadı Avrupa’dır. Batı’da maddecilik batıl’ın hisarlarını yıkan bir dinamit, bir düşüncenin dinamiti; Osmanlı İmparatorluğu’nda maddecilik bir kendi kendini tahrip cinneti.
 
Avrupa, Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet için mi? Ne münasebet. Tek emeli, Osmanlı’yı dinsizleştirmektir. Dinsizleştirmek, yani “etnik bir toz” haline getirmek. Bir kelimeyle dinsizlik, Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar meşumdur; onlar için ilerleyiş; bizim için çöküşü ifade eder. [s. 177–178]
 
Ø  Sakson köleleri boyunlarında tasma taşırlarmış: efendilerinin adı yazılırmış bu tasmaya. Aydınlarımız da onlara benziyor; her biri bir şeyhin müridi. [s. 187]
 
Ø  Her …ist, koltuk değnekleri olmadan yürüyemeyeceğini itiraf eden bir zavallıdır.    [s. 187–188]
 
Ø  Büyük adam, tabiat kuvvetleri gibi tahripkardır, veya tahripkar olmak zorundadır. Daha aydınlık bir gelecek uğruna bugünü yıkmakta tereddüt etmez. İdealin konuştuğu yerde vicdan susar. Sokaktaki insanın tek vazifesi vardır: neslini devam ettirmek. Tabiatı icabı muhafazakârdır, itaatkârdır, hürmetkârdır. Ayırıcı vasfı törelere boyun eğmektir, bundan gocunmaz da. Yığın büyük adama kanunu çiğnemek hakkını tanımaz. Suçlunun kellesini keser; böyle yaparken de mizacına uygun davranmış olur. Ama bir nesil sonra aynı kalabalık kellesini kestiği adamı azizleştirir. Yığın hal’e hükmeder, büyük adam istikbal’e. Yığın, kurduğu düzenin koruyucusudur ve soyumuzu arttırır. Büyük adam dünyayı yerinden oynatır ve hayali bir düzenin mimarı olmayı ister. [s. 205–206]
 
Ø  İmparatorluklar yok artık, iki blok var. Hakim devletler bir ülkenin adını taşımıyor. İsimleri baş harflerden ibaret: ABD, SSCB… Pençeleri birbirinin karnına geçmiş iki canavar. Bu azgın düşmanların en göze çarpan tarafı, benzerlikleri. Her iki bloğun rejimi de kanlı bir ihtilalden doğdu. Birinci blok, Fransız İhtilali’nin çocuğu. Mecburi askerlik hizmetini kanunlaştıran o; topyekun savaşa ilk hazırlık. İkinci blok kadınları da silahlandırdı. Vasıtaları aynı: şiddet. Kanunları aynı: madde. Bu lanet zincirini ancak hakikat, adalet ve aşk kırabilir. Kapitalizm ile komünizm Batı’nın iki çehresi… Biri kumarhane, diğeri mahpes. [s. 214]
 
Ø  Düşman süngülerine göğsü ile karşı koymak… Zora yok demek, direnişlerin en erkekçesi. Diz çöken bir direniş değil bu; haksızlığa boyun eğen, zora yok demiş olmaz. Cinayete ses çıkarmayan, caninin suç ortağıdır. Her zorba yiğitlikten dem vurur. Tehlike görünce sıvışan, kuşatılınca teslim olan sahte bir kahramanlık. Tek gerçek yiğitlik, zora yok demek. Zora yok demek, insana güvenmektir. Düşmanı dost ederek yok etmek. Küçültmek değil, küçülmekten kurtarmak. Hakkın ezeli gücüne, cihanşümul gücüne inanan zora yok diyebilir. Tek düşman var: aldanan. Savaş bir irşat. Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu. Düşman, gözü bağlı olandır. Savaşın amacı, bu bağları çözmek; kinin, öfkenin, peşin hükmün, küçümseyişin bağlarını, güvensizliğin, inadın bağlarını.
 
Hürriyet bir bağış değil, bir fetih. Zafer acıya katlananındır. Zor, hayvana yakışır, “ahimsa” (kötülüğe sevgi ile mukabele etmek) insana. Şiddet, uçuruma açılan bir yol; sabır hakikate. [s. 214]
 
Ø  Kederimizi çizen toplum, ama ona teslim olunca yokuz, denizdeki herhangi bir dalgayız artık. Dalgaların bir tarihi var mı? Kişilik bir kopuş, bir olmayan’a, bir olacağa bağlanıştır. Görünen toplum içinde görünmeyen toplumu seçmek. [s. 218]
 
Ø  Düşünce bir köprü: kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden.      [s. 220]
 
Ø  Kabiliyet ile dehayı şöyle ayırıyor Schopenhauer: kabiliyet, belli bir hedefe başkalarından daha ustaca ok atmak; deha, oklarını, başkalarının bakışlarıyla dahi ulaşamayacağı bir hedefe saplamak. [s. 226]
 
Ø  … Aragon için, “dahi’nin özelliği, öldükten yirmi yıl sonra salaklara düşünceler ilham etmesidir.”
 
Ø  Dahi münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen. Zirveden zirveye akseden şarkı. [s. 227]
 
Ø  En hasta asır kendini hayata kaptıran asır değildir; hakikatten yüz çeviren, hakikati küçümseyen asırdır… Coşkun heyecanların olduğu yerde güç tükenmemiştir, ümit vardır henüz. Ama ya kıpırdanışlar sona ermiş, nabız durmuş kalp soğumuşsa… yakın ve önüne geçilmez bir çöküşten başka ne umulabilir.   [s. 238]
 
Ø  Batı’dan pozitivizmin döküntüsünü almışız. Avrupa insanı hiç değilse Aristo mantığına inanmış. Belki ruhunu öldürmüş, maveraya sırtını çevirmiş, büyük, ebedi ve mutlak hakikate yabancı kalmış. Bir kelimeyle ruhunu satmış şeytana. Ama madde dünyasında zaferler kazanmış. Kıtalara ferman dinletmiş. Ve dinletiyor. Avrupa, yarım. Biz yarım bile değiliz. [s. 239]
 
Ø  Her meyvede tohum, her canlıda Tanrı. Onun için seviyoruz cananı, çocuğumuz O’ndan bir zerre diye aziz… Sevgin bütün varlıkları kucaklamalı; onu, beni, onları değil. Bütün varlıkları, yani Tanrı’yı. Kurtuluş, Kesret’ten Vahdet’e dönüş. Tanrı’nın içinde kaybolmalısın. Ummana dökülen ırmaklar gibi, benliğinden sıyrılmalısın. Ne kalıbın, ne de adın kalmalı. Tanrı nedir diye soruyorsun, Tanrı sensin. (Upanişatlar) [s. 241]
 
Ø  Denize atılan bir şişe her kitap. Asırlar, kumsalda oynayan birer çocuk. İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açamazlar. [s. 265]
 
Ø  Mabetler her çağda ziyaretçisiz kalmış. Tefekkür Sina’sı metruk bir manastır. Kimin için yaratacaksın? İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşman. Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil. [s. 270]
 
Ø  Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silah kuşanır. Bir zindan değil, bir liman. [s. 276]
 
Ø  Münakaşa eden iki insan, aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan iki yol arkadaşı. Hedefi, tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış.
 
Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir: parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçiş. [s. 281]
 
Ø  İnsanlık daima daha kötü oyuncaklar peşinde koşan bir çocuk. [s. 286]
 
Ø  Hayat, herkesin yaşadığı, kimsenin yaşamaktan hoşlanmadığı komedya. [s. 290]
 
Ø  İnsanın tek hürriyeti kendini aldatmak. Hiçbir zafer umulanı getirmez, hiçbir bozgun mutlak değildir. [s. 293]
 
Ø  Altınlarını cam karşılığı dağıtan Kızılderili’yi hiçbir zaman gülünç bulmadım. Cam, altından çok daha asil. İsrail peygamberlerinden beri lanetlenmiş bir maden, altın. Adı, tarihin bütün cinayetlerine karışmış. Pıhtılaşmış kan, insan kanı. Cam güzel, çünkü kirli bir mazisi yok. Cam güzel, çünkü kalbi var, kırılıverir. [s. 294]
 
Ø  Bugünün ayak takımı kahramana değil, maskaraya alkış tutuyor. [s. 295]

ÇALIŞMADA EMEĞİ GEÇENLER:
VELİ EMRAH KOÇAK
ÜLKÜM BETÜL GÜNGÖR
HIDIR DÜZKAYA