Zihniyet Kavramı Ekseninden Batı Medeniyeti ve Antroposentrik Liberalist - Girişimcilik
Özet; Batı medeniyetinin liberalist sosyal sistem kurgusunun inşa ettiği maddeci egoistik ve antroposentrik girişimci zihniyetinin batı toplumsal kültür temelli yönü bulunmaktadır.Batı medeniyetinin taşıyıcısı olan bu insan tipolojisinin batı kültür ve zihniyet dünyasından bağımsız olarak ele almak, eksik ve yanlış genellemelere yol açmaktadır.
West civilazation and antrophocentric liberal entrepreneurship from the axis of mentality concept
Summary;Materialist,egoistic and antrophocentric entrepreneurship mentality which is developed by liberal social system of west civilization has a west culture base.Taking in to the consideration of this humen type who have west civilization and mentality work may couse missing and wrong generalizatione.
Doç. Dr. Osman Şimşek
Günümüzün ileri teknolojiye dayalı makineleri, bilim adamının gerçekliği kavrayışı ve bu kavram, mikro dalgalar, moleküller, elementer parçacıklar, dalga parçacıkları, kuantum mekaniği ve kuantum fiziğinin dünyasını oluşturmaktadır.
19.yüzyıl sürecinde makineler ve bunlarla seri üretimi gerçekleştiren fabrikalar, batı toplumundaki “geleneksel” iş hayatının ritmini aşındırmış olmakla birlikte bu durum aynı zamanda üretici veya girişimci olan batılı insanın ben(ego) düşüncesini bulanıklaştırmıştı. Zamanımızda ise fiziğin yeni kavramları, gelenekselgerçeklik anlayışına olan inancı sarsmaktadır. Çağdaş bilim adamları, maddenin göründüğü gibi olmadığını ve gerçeklik olarak algılamış olduğumuz görünüş itibariyle katı formların, dalgalar parçacıklar ve enerji alanları bakımından “yeniden yoruma” tabi tutulmasını gerekliliğinin anlaşılmaya başlanmasıyla, bugüne kadar kullanılan insanın gerçeklik idraki ve anlayışı sil baştan yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır(Frankel 2003;230). Mekanik dünyanın gerçeklik alanını yeniden yoruma tabi tutulmasının etkisinin sosyal alana da yansıması ile bu alanda da modern batı medeniyetindeki insan-madde, insan-mana ilişki merkezli yeni sosyal paradigmatik arayışın ihtiyacını kendini ortaya çıkarmaktadır.
Bundan dolayı günümüzde sosyal sistemi inşa edici temel aktör olan “insan” unsuru, sosyal sistemin somut (madde,nicel)ve soyut(mana,nitel) özellikleri ve bunların ürettiği toplumsal olay ya da eylemi açıklamada, her ikisine aynı anda bakan(Özakpınar2003;14-15) bu yeni bakış açısıyla daha bir derinlik kazanarak, sosyal gerçeğin hakikatine ulaşma gayreti taşımaktadır.
Dünyanın son bin yılın (11.-20.yüzyıllara arasında ve günümüze kadar ki) son 250–300 yıllık sürecinde özellikle de 1750’ler ve daha sonrasında, sanayi devrimi(19.yüzyıl) ile gelişen batı medeniyetinin, liberalist- kapitalist sosyal sistem kurgusunun nicel ve nitel özelliklerinin ve onun inşa ettiği egoistik-antroposentrik girişimci insanın zihni oluşumunu belirleyen ana etken “madde merkezli pozitivist dünya örgüsü”dür.
Bu çalışma, liberal-kapitalist batı medeniyetinin ve bu medeniyeti taşıyan egosantrik-antroposentrik girişimci insan unsurunun günümüz dünyasında batı ekonomi-sanayi-çalışma ilişkilerini ortaya koyan zihniyetinin toplumsal kültür temelli özellikleri ortaya konmaya çalışılacaktır. Aynı zamanda yer yer de bu batı medeniyeti girişimci–toplumsal kültür-zihniyet özelliklerini, Türk sosyo-kültürel sisteminin sistematik özelliklerinin mukayesesinde de (eş zamanlı olarak) kullanarak, batı medeniyeti liberal-kapitalist sistem-antroposentrik girişimci insan ilişkisine eleştirel bir yaklaşım ortaya konmak amaçlanmaktadır. Çünkü liberalist-kapitalist batı medeniyetini insan, toplum, kültür-madde ilişkisini eleştirirken aynı zamanda buna karşı Türk sosyo-kültürel sistem özelliklerinin insan, toplum, kültür-madde etkileşimine de değinilerek konuya medeniyetler farklaşmasını ortaya koyan sistem ve yapı özelliklerine dikkat çekilmek istenmektedir. Böylece son bin yılın ön 750–800 yıllık bölümünde batı ile benzer ve yakın coğrafyalar içinde(Orta Avrupa-Ortadoğu düzleminde)350–400 yıl gibi bir zaman diliminde (Selçuklu ve Osmanlının) birincil devlet olmasını sağlayan insan-medeniyet tasarımına dayalı kültürel birikimin, liberalist-kapitalist merkezli tek taraflı dayatmacı yayın ve görüşlerin geliştirdiği son 250–300 yıllık süreçteki “mutlak güç” paranoyasına karşı, eleştirel ve “şüpheci” yaklaşımı zorunlu kılmaktadır.
Söz konusu bu incelemedeki eleştirel yaklaşımda; medeniyet kavramını, onun batı toplumsal tarihi ve toplumsal kültüründe oluşmasını sağlayan parametrelerini ve toplumsal kurumların niteliksel özeliklerinden hareket edilerek, batı liberalist-kapitalist girişimci insan ve onun zihniyetinin ekonomi, sanayi ve çalışma hayatındaki etkileşimleri dikkate alan yani toplumsal mana özelliklerinin toplumun madde dünyası üzerindeki etkilerini ortaya koyan bir çerçevede çözümlenmeye çalışılacaktır.
1-KÜLTÜR, MEDENİYET VE ZİHNİYET KAVRAMLARI
Kültür ve medeniyet arasındaki yakın ilişkiden dolayı öncelikle kültür kavramı ele alınacaktır.
Kültür, E.B.Taylor’a göre bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, örf ve adet ve insanın toplumun bir üyesi olması nedeniyle kazandığı diğer tüm yetenek ve ihtiyaçları içeren bir bütündür. C.Wiesler ise onu bir topluluğun yaşama tarzı olarak belirtir. Gökalp ise kültürü bir milletin inancı, ahlaki, hukuki sözleşmesi, estetik, dil, ekonomik ve teknik hayatlarının ahenkli bir bütünüdür(Kafesoğlu 1989;15-16).Bir başka tanıma göre de kültür, insanın insana ve insanın maddeye karşı tavır alışını belirleyen bütün olarak(Erkal1993;40) belirtilir.
Sosyolog Sorokin beş kültür türünün var olduğunu belirtmesi yanında bu beş türü üç ana tipte toplamaktadır. Bunlar; maneviyatçı kültürler, maddeci kültürler ve karma kültürlerdir. Bu inceleme çerçevesinde maddeci kültür tipini ele aldığımızda onu taşıyan toplumların insan tipi tamamen dışa dönük bir özellik taşır. Bu grupta üç tali kültürden bahsedilebilinir. Birincisini “Epikür”zihniyetli kültür olarak belirtmek mümkündür. Bu kültür anlayışına göre ihtiyaçların bastırılıp kontrol edilmesi yerine onu daha da artıran dünyevi isteklerin yerine getirilmesi için madde dünyanın zenginleştirilmesinin zorunluluğunu söyleyen ve buna göre de “değer”lerini biçimlendirmiş olan kültürdür. İkincisi ise, madde dünyanı zenginleştirilmesi amaçının gerçekleştirilmesi için toplumsal ahlaki düşüncelerin tamamen geriye plana itildiği kültür tipidir. Madde ve mana arasındaki bütünselliği bozan onlar arasında farklık meydana getiren bu kültür anlayışında, maddesel dünya değerleri hiçbir ahlaki kurala bağlı kalmaksızın mana dünyasının isteklerine tamamen uydurulmuştur. Örneğin aşırı sanayileşme, bir taraftan yüksek gelir oluşturmayı sağlarken öte yandan da ortaya çıkan kirlenme ve çevre tahribatı başka ülke ya da toplumların çevresel kaynaklarını tahrib edebilmektedir. Sanayileşmiş ülkeler bu yaptığı tahribat sonucu vermiş olduğu zarardan hiçbir ahlaki rahatsızlık da duymamaktadırlar. Bu kültür tipinin emperyalist isteklere açık olan “değer “leri, toplumların sosyal yaşantılarında da yer bulması durumunda ise “iş, iştir” mantığı ile kendi yakınlarını dahi emperyalist sömürüye muhatap kılan bir “insan” tipolojisinin yaygınlaşması halinde, üçüncü tip maddeci kültür kendini ortaya çıkarmaktadır. Bunda ise maddi zevklerden kendini uzak tutma eğitiminin ne kadar önemli ve zaruri olduğu gerçeği anlaşılmaya başlanır. Bu yeni durumu(hedonistik) algılayış, bazı bireyler üzerinde ahlaki bir idealizmin gerekli olduğu ve buna sahip çıkılmasının zaruretine yönelik inancı geliştirir. Bu kesim. nasihatlerini hep başkalarına yapıp buna kendileri uymacak davranışları ortaya koymaları sonucu, gerçek yüzlerini halktan gizlediklerinden dolayı söylenelerin söyleyenlerce yaşanmadığı “nasihatçi kültür”de maddeci kültür özelliklerini aynen devam ettirirler(Bilgiseven 1992;12–13).
Medeniyet ise pek çok dünya toplumlarını ortak değerler seviyesine yükselten ortak zihniyet, ortak davranış ve yaşama araçlarının tamamıdır. Bu ortak değerler düzeyine yükselten anlayış ise tutum, davranış ve yaşama unsurlarının bütünü olmaktadır. Ortak değerler ise toplumların sahip oldukları kültürlerden beslenmektedir. Örneğin “batı medeniyeti” dendiğinde inanç yönünden hıristiyan toplulukların manevi(niteliksel)-toplumsal değerleri ile pozitif bilime dayalı teknik düzeyinin anlaşılması gerekir. Oysa batı medeniyeti içinde bulunan milletlerin pek çoğu birbirlerinden ayrı bir kültüre sahiptirler. Bunlar, pozitif bilim ve ona bağlı tekniği ortak olarak kullanmalarına rağmen, ayrı dilleri konuşmaları, adetlerinin farklı oluşu, giyinişleri, gelenekleri, ahlak anlayışları, edebiyatları, destanları, güzel sanatları, folklorları ve giyinişleri dahi hep birbirinden farklıdır. Yine bunların hepsi hıristiyan olmalarına rağmen inanç karşısındaki tutum ve tavır alışlarıda farklılık taşımaktadır(Kafesoğlu 1989;16).
Sonuç itibariyle medeniyet insanlığın geneline hitap ederken yani maddi kültür unsurlarını (tank,top,uçak, barajlar vs)ifade etmede kullanılırken, kültürün ise “özel” olma özelliğinden dolayı toplumların mana unsurlarını (inanç,gelenek,örf adet vs.)belirtmede kullanılır.
Kültür ve medeniyet kavramlarının toplumların zihniyet dünyalarını oluşturmadaki etkisi dikkate alındığında, medeniyet oluşturucu toplumun, ne tür bir tarihsel toplumsal kültürel deriniklerinden esinlenen birikimle zihniyetini oluşturup bunu madde ve manası ile nasıl eklemleştirildiğinin analizi için, zihniyet olgusunun incelenmesi gerekmektedir. Ayrıca zihniyetin, medeniyet oluşturu bir insan tipinin “nasıl” oluştuğu sorusunu da en geniş ve kapsamlı açıklama getirebilme özelliğinden dolayı, toplumsal çözümlemede kullanılması gereken önemli bir olgu olarak görülmektedir.
Zihniyet, toplumsal yapıdaki bütün kesimlerin sahip oldukları değer yargıları, tercihleri ve eğilimlerinin hepsini belli bir bakış açısından hareketle açıklayan bütünlükçü bir yaklaşımdır (Ülgener 1983;19).Zihniyet, insan eylemlerinin ve türlü fenomenlerin, şu ya da bu biçimde bir tutum ve tavır içinde bulunmasıdır(Küçük 1974;310).
Bir “dünya görüşü”nün taşıyıcısı olan zihniyet, gerçeğin bilimsel olarak açıklanmasının da en esaslı yollarından birini koyduğunu ifade etmek mümkündür. Böylece zihniyet de, “kendine göre” anlama ve bilme ihtiyacına ayrıntılı olarak cevap verme özelliği bulunduğundan, bir toplumun zihniyetini anlayabilmek için de öncelikle onu, sıradan dogmatik iddialardan ayrıştırmak gerekmektedir. Bunun için de en geçerli yol, toplumun iktisat (ekonomik) ahlakı ile iktisat zihniyetini (bunları ayrıştırmak zor olsa da) ayrı anlamlarda ele alarak sosyolojik çözümlemeye tabi tutulması gerekmektedir (Ülgener 1991;44).
Ülgener iktisat ahlakını, toplumda uyulması istenen normların hareket kurallarının toplam ifadesi ve iktisat zihniyetini ise ferdin gerçek davranışında ortaya koyduğu değer ve inançların toplamı olarak belirtmektedir. İktisat zihniyeti açısından ferdin değer ve inançları, sadece içe dönük bir ideal özleyiş biçiminde kalmayıp, aynı zamanda bunun belli bir yaşama ve davranış biçimine dönüşmüş olan fiili ve somut bir gerçeklik kazanmış olmasıda gerekmektedir. Ülgener iktisat ahlakı ve iktisat zihniyetinin bu çerçevede ele alınması durumunda ahlak ve zihniyet ikilisinin, özellikle toplumun kültür dünyasını alttan üste doğru belirleyen ikili bir tabakalaşmasının çıkış noktasını vereceğini (Ülgener 1991;21) belirterek, iktisat ahlakı ve iktisat zihniyeti yaklaşımının farklılığına dikkat çekmektedir. İktisat ahlakı ferdin hareket kuralının takipçisi, yerine göre de emredici faktör olarak onun davranışının üstünde ve karşısında olabilmektedir (Ülgener1983;21). Buna göre, örneğin çözülme devri iktisat ahlakı Osmanlı Türk insanına inanç-ekonomi, sanayi ilişkisini orijinal kültür anlayışının özüne uzak(kültürün, artık kendini çağa uygun yeni yorumlar yapan bir bilgi geliştirici özelliğini kullanamayınca) olarak üretim hayatında itidal ve kanaati öne çıkaran gündelik geçimi sağlama amaçlı(temelde Osmanlı-Türk kültürünün orijinalinde bu miskinlik zihniyetine yer olmadığı gibi iki gün, aynı seviyede “çalışmanın” bile bir “zarar” veya “gerileme” olduğunu söyleyen dinamik bir kültür anlayışı bulunmaktadır) bir ticaret hayatını teşvik etmektedir. Oysa aynı zaman sürecinde batı medeniyetin de ise batılı insana; kar, kazanma, güce sahip olma ve yönetmek için de sermaye sahibi yani cehenneme varıncaya kadar ticaret (Braudel 1993;498) yapmaya yönelik bir iktisat ahlakının eğitimini vermektedir.
İktisat zihniyeti ise bir ölçüde toplu bir “bütün” biçiminde, bireyin bilinç ve bilinçaltına yerleşmiş olan dünya görüşünün çeşitli köşelerinden biri olarak, ekonomik faaliyetine ve kurumlara bakan yüzü olarak belirtilir. Dolayısıyla kültür; birbirleri ile bağlantılı ve biri ötekini bütünleyen fikir, inanç, tavır ve değerlerin toplamını oluşturan ruhi ve zihni davranış biçimi şeklinde ele alındığında, iktisat zihniyeti de mal, çevre, zaman olarak yaşanılan dünyaya bakış açısına bağlı olarak kültürün bir parçası şeklinde ifade edilmektedir (Ülgener 1991;20).
Buna göre ak akçe kara gün içindir, altın anahtar her kapıyı açar, aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz, bir avuç altının olacağına bir avuç toprağın olsun, bol bol yiyen bel bel bakar(Par 1991;51,72,94,113,126), gibi sözler iktisat zihniyetini ortaya çıkaran vurgular olarak belirtilir. Böylece batı medeniyetinin insan-madde ve insan –insan ilişkilerini mümkün olan en geniş ve doğru biçimde anlamak için söz konusu kavramlar olan iktisat ahlakı ve iktisat zihniyetinden istifade etmek gerekmektedir. Bu yollada liberalist kapitalizmin ve onun tesis ettiği batı medeniyetinin insan, toplum, kültür ve maddeye olan bakışı ile tüm yönleri ile gerçekleştirmek istediği dünya tasarımı bir ölçüde ortaya konmaya çalışılacaktır.
1.2. BATI MEDENİYETİ VE TÜRK TOPLUMSAL MEDENİYETİNDE İNSAN UNSURU
Medeniyetler, oluşturdukları “insan”tipleri ile kendilerini çağlar boyunca taşırlar. Kuşkusuz bundaki başarıda medeniyetlerin insan-toplum bileşiminindeki etkileşimde görülür. Toplumlar ise kurumlar ile kendi varlığını sürdürürler. Sosyoloji biliminde toplumu oluşturan temel kurumlar her yerde zorunlu olarak bulunurlar. Bunlar aynı zamanda sosyal davranışları kurumsallaştırdıklarından, her toplumda temel evrensel sosyal gereksinimlerdir. Temel kurumlar; aile, eğitim, inanç (din),ekonomi, siyaset ve boş zamanları değerlendirmedir. Bunlar, kültür içinde son derece önemlidirler. Bunlar olmaksızın bir sosyal yaşam düşünülemez. Eğitim, ekonomi ve siyaset olaylarının yürütülme tarzı kültürden kültüre geniş çeşitlilikler gösterir (Fichter 2004:114). Bu kurumlar her toplumda bulunduğu gibi aynı zamanda (örneğin inanç kurumu; Türklerde İslam iken batı toplumlarında Hıristiyanlık olabiliyor gibi…) toplumdan topluma farklı özelliklerle donanmış olduklarından bunların birbirleri ile etkileşimleri sonucu oluşan insan tutum, tavır ve davranışlarının farklı insan tipolojilerini oluşturduğu söylenebilir. Örneğin Türk insanın bu kurum özelliklerinden dolayı oluşan şahsiyet tipolojisi madde ve manayı birlikte düşünebilen cömert, dayanışmacı, egoist olmayan “biz”cilik taşımaktadır. Aynı kurumların batı toplumunda birbirleri ile etkileşimi sonucu kendi insanının şahsiyet tipolojisini maddenin içine sıkıştırılmış bir mana alt parametresi içinde egosantrik “ben” merkezli, dayanışmacı olmaktan hoşlanmayan kendisine ve toplumuna yabancılaşmış bir insan tipolojisini oluşturduğu ifade edilir. Hiç kuşkusuz bu toplumsal kurumlar da toplumların kendi tarihsel kültürel kökenlerinde anlamını bulduğundan,”insan” tipolojisinin somut (madde) ve soyuta (manaya) karşı tavır alışının derinliğinin ortaya çıkarılmasındaki en gerçekçi yaklaşımın medeniyet-toplumsal kültür-insan etkileşimi bağlamında ele alınması olduğu düşünülmektedir. Bu çerçevede söz konusu incelemede “insan”ı ele alış ve onun madde ye karşı tutumunun ve diğer medeniyet oluşturucu yönlerinin ortaya konmasında batı toplumsal yapısı içindeki tarihsel-kültürel gelişiminin dikkate alınması gerekmektedir
1.2.1. LİBERALİST-KAPİTALİST SİSTEMİN İNSAN ZİHNİYETİNİ İFADE EDEN TEORİK YAKLAŞIMLAR
Batı liberalist-kapitalist sistemin toplumsal kültür-insan-ekonomi ilişkisinin zihniyetini ifadeden düşünce akımlarını iki kategoride ele almak mümkündür.
Bilim adamları, insan karakterinin meydana gelmesinde etkili olan zihniyet yapılarına bağlı olarak toplumsal olayları yorumlamada birbirlerinden farklı iki temel gruba ayrılmışlardır. Bunlar, işbirliği ve dayanışmacı görüşleri savunan iyimser yaklaşımcılar ve mücadeleci- çatışmacı görüşleri savunan kötümser yaklaşımcılar olarak iki ana gruptan oluşmaktadır. Ancak çatışmacı gruba yakın olan bir de ara nitelik gösteren rekabet ilkesine dayalı görüşleri savunan rekabetçi yaklaşımcılar da bulunmaktadır (Kozal 1999;148). Çatışmacılara göre toplumdaki insanlar ve sınıflar arası ilişkilerde mücadele ve çatışma temel belirleyici durumdadır. Bu kesime göre toplumsal olaylar, toplumdaki kaynakların kıt olması sonucu meydana gelen bir çekişme olarak tarif edilmektedir. Taraflar toplumda meydana gelen bu çekişmede sadece istenilene sahip olmak amacındadırlar. Buna ilaveten karşı tarafta bulunanları da etkisiz bırakarak zarar vermek ya da yok etme amacını da taşımaktadırlar. Bu anlamda toplumda meydana gelen çatışmalar, özellikle kapitalist toplumda birey-birey, toplumsal grup-toplumsal grup veyahut da birey-toplumsal grup arasında meydana gelebilmektedir (Kozal 1999;149-150). Çatışma teorisyenleri (Marx, Coser, Simmel, Dahrendorf vs) ise çatışmanın toplum için olumsuz olduğu kadar olumlu yanlarının da bulunduğunu ifade ederek bu açıdan çatışmayı insan etkileşiminin bir biçimi olarak görmektedirler. Fakat çağdaş sosyologlar, toplumsal çatışmayı çoğunlukla toplumsal grup açısından yıkıcı veya patolojik olarak görmüşlerdir (Poloma 1993;98).
Kötümser görüşten hareket ederek insanları korkutmanın onları sevmekten daha emin bir yol olduğunu söyleyen Machiavelli’ye göre insanlar genellikle nankör, içten pazarlıklı, değişken ve doyumsuz yaratıklardır. Hobbes ise insan, insanın kurdudur diyerek, insanların sürekli bir biçimde çevrelerine karşı korku, endişe ve çatışma duygusu içinde bulunduklarını ifade etmeye çalışmıştır (Kozal 1999;148). A. Smith ise insanların içinde bulundukları bencillik –egoizm- duygusundan hareket ederek, çıkar (menfaat) anlayışının önemini vurgulamıştır. Smith’e göre başkalarının sizin isteklerinizi yerine getirmesi için, onun da bundan “çıkar”ının olduğunun gösterilmesinin son derece başarılı bir yöntem olduğunu belirtmektedir. Bu yolla onların insancıllığına değil de “bencilliğine” hitap ederek, her zaman kendi ihtiyaçlarınızdan değil, onların bundan elde edecekleri kazançlarını vurgulayarak, gerçeği perdeleyen bir zihniyet anlayışı ile “kazanma” amacı gerçekleştirilmelidir (Smith 1997;26). Çatışmacı görüşe yakın olan rekabet ilkesi ise, rekabet içinde bulunan kesimler, amaçlarına sadece kendilerinin ulaşmasını arzularlar. Ancak çatışmacılardan farklı yanları ise bunların birbirlerini engelleme, yok etmeye yönelik bir zihniyetleri bulunmamaktadır.
Toplumda işbirliği ve dayanışmayı temel alan iyimser yaklaşımcılara göre de toplumsal ilişkilerde işbirliği ve dayanışma temel öneme sahiptir. Mayo’ya göre toplum, esasında işbirliğine dayanan bir sistem olma özelliğini taşımaktadır (Kozal 1999;150). İşbirliği ilkesine göre ortak amaca tek başına değil “beraberce” veya “birlikte” ulaşmak temel esastır. Bundan dolayı toplumsal taraflar arasında karşılıklı olarak birbirlerine karşı bir dayanışma ve yardımlaşma bulunmaktadır.
Durkheim toplumların varlıklarını dinamik olarak sürdürebilmeleri için dayanışmanın önemi üzerinde durur (Kozal 1999;151). Veblen ise kapitalizme getirdiği eleştiri ve sorgulayıcı yaklaşımı ile konuyu tahlil etmektedir (Demirci 1996;101). Veblen batı sosyo-kültürel sisteminde görülen kapitalizmin, sürekli kazanma hırsı, tek boyutlu insan-madde yaklaşımı çerçevesinde toplumların insan ilişkilerinde rekabet, çekişme, kıskançlık duygularını tahrik eden bir yapıda bulunduğunu ifade etmektedir (Kozal 1999;151).
Genellikle batı toplumsal yapısında görülen liberalist- kapitalist sistem, gösteriş ve lüks tüketim eğilimi zihniyetini artırmasına dayalı olarak mevcut kendi insan gücünün yarısını, faydalı ve üretken alanların dışına itmesi söz konusudur. Bu açıklamaya göre Veblen, liberalist-kapitalist toplumsal yapılarda bireyler ile gruplar arasında kıyasıya ve amansız bir “rekabet” esasına dayalı ilişkilerin, “barbarlığın” yeniden gündeme gelmesi şeklinde görülmesini mümkün kıldığını ifade etmek istemektedir. Dolayısıyla kapitalist toplumsal yapılar, bireyleri toplumsal işbirlikçi hedeflere değil, özel çıkar hedeflerine yönelterek, birey ve toplumsal grupları birbirleriyle çatışmaya ve çekişmeye yönlendirmektedir. Bu durum ise modern süreçlerde yeni bir barbarlık özelliğini ortaya koymaktadır (Kozal 1999;160).
Rekabet ve çekişmeye dayalı toplum yapısının özellikle kapitalist ülkelerde daha çok rastlandığı ifade edilmektedir. Çağımız iktisatçılarından Schumacher çağımızın içinde bulunduğu bunalımın ana kaynağının madde-mana bütünlüğünün sağlanamaması ve üstün moral seviyesini geliştiren değerlerden uzaklaşılması olarak belirtmektedir. Bunun sonucunda da insanlar sınırsız bir rekabet hırsı, tamah, bencillik, kıskançlık ve çekişme doğal sonucuna ulaşmaktadırlar. Çağdaş maddi temelli tek boyutlu sistemler, insan tabiatındaki hırs ve kıskançlık duygularını tahrik ederek ilerlemektedir. Bu ise insanın, her şeyi olduğu gibi tam kapsamıyla ve tam bir “bütünlükçü” esasta görememesine yol açabilmektedir (Kozal 1999;154). Öte yandan bu noktada çatışmacı yaklaşımcılar, özellikle toplumu devamlı olarak parça parça düzeltmek istediklerinden dolayı bütünlükçü çözüm tarzını kabul etmemektedirler (Aron 1992;65).
Türk sosyo-kültürel yapısının inşa etmiş olduğu iki boyutlu(bütünlükçü) insanın ideal kültür kodlarına göre zihniyet kurgusu ise; madde- mana bütünleşmesine duyarlı, paylaşımcı, toplumsal üretimdeki araç-amaç dengesini toplumsal gelişme yönünde kullanan, egosantrik özelliklerini kontrol altında tutabilen, lüks tüketim-israf sarmalına düşmeden bu konuda ki dengenin nasıl oluşması gerektiğini belirten kültür-inanç-ekonomi bileşkesini rasyonel kurmuştur. Ayrıca sınıf farkı gözetmeksizin adaletli bölümü teşvik eden, sömürü ve aşırı gelir farklılaşmasını önlemek için de ayrım yapmaksızın, yönetimi altındaki “tüm insanların” mutlu yaşamaları ve onlarında acımasız, can yakıcı sömürüyü geliştirmelerini önlemek için anti tekelleşmeye yönelik iktisat politikalarının uygulanmasını(Şimşek 2004;133,143,144,167,176) bir evrensel vazife olarak görüp, bunu özgün bir medeniyet-insan-toplum tasarımı şeklinde ortaya koymayı başarabilmiştir. Söz konusu bu sosyo-kültürel özellikler “her çağda” yeniden yorumlandığında, insanı ve toplumu başarıya götürecek insan-mana-madde içerikli bir kültürel zenginliktir. Ancak özellikle 1750’ler den sonra medeniyet –insan bileşenini kültürünün orijinaline uygun bir şekilde yorumlama ve böylece çağa yenilik getirme özelliğini kaybeden heyecansız, kendini üstün görme tembelliğine düşmüş bir insan tipolojisinin ortaya çıkması Türk toplumunu maddi alanda gerilemeyi ve arkasından da taklit yolu ile milli şahsiyet kaybını ortaya çıkarmıştır.
1.2.2. LİBERALİST BATI MEDENİYETİ TOPLUMSAL DÜŞÜNCESİNİN İNSAN EGOSUNU, İNSAN-MADDE MERKEZLİ İNŞAASI
Zihniyet bir toplumdaki insan eylemlerinin oluşmasını sağlayan, o toplumun değerlerinin (iç mana özellikleri), bireyin dış dünyadaki(madde alanında) davranış ve tutumlarını şekillendirmesi açısından pek önem taşır. Örneğin Türk sosyo-kültürel sisteminin üretmiş olduğu iç değerler açısından “cömert olma” ve bu zihniyete dayalı “ikram” etme hem ekonomik hem toplumsal-kültürel yönü bakımından insanlara önerilip teşvik edilirken bunun uygulanması sonucu da dayanışmacı bir insan özelliği taşıyan toplumsal saygınlık sağlanırken cömert olma iktisat ahlakı, dayanışmacı insanın iktisat zihniyetinin belirlenmesinde etkin olmaktadır. Batı medeniyeti sosyo-kültürel sistemi ise madde iç merkezli bir değerler sistemini taşıdığından,”cömertlik-ikram etme” zihniyetini bir ekonomik sömürülme olarak algıladığından(çünkü sadece insan tek boyutlu olarak madde odaklı yetiştirildiğinden), bencilleşmiş ve yalnızlaşmış bir egosantrik insan tipi ortaya çıkmaktadır. Bu yollada madde merkezli iktisat ahlakı, egosantrik bir iktisat zihniyetinin gelişmesini sağlamaktadır.
Bu noktada egosantrik düşüncenin insan-toplum, insan-kültür, insan-ekonomi, insan-çalışma hayatı üzerinde belirleyici etkisi ortaya çıkmaktadır. Batı medeniyeti analizini yetkin olarak anlayabilmek için O’nun liberalist-kapitalist sisteminin oluşturduğu “insan”ın, iç mana özelliklerinin de egosantrikleşmesi sonucu madde alanının da bu zihniyete göre belirlemesi ortaya çıkmaktadır. Böylece batılı insanın materyalist, rasyonalist ve mekanistik anlayış ile güce sahip olma tutkusu, hem iç dünya hemde dış dünya da biricik “değer” seviyesine getirerek, toplumu “tek” boyutlu bir noktaya nasıl dönüştürdüğünün ortaya konması gerekmektedir. Bununda daha derinlikli ve sistematik anlaşılabilmesi için öncelikle egosantrizm ve antroposentrizm kavramlarının açıklanması ihtiyacı bulunmaktadır. Buradan hareketle bireyin iç dünyasını şekillendiren tarihsel toplumsal kültürünün onun, girişimcilik davranışını ortaya koymasındaki önemi daha açık olarak anlaşılmış olacaktır.
Egosantrik düşünce, insanın zihninde geçen şeylerle toplumsal gerçeklikte olanlar arasındaki farkı ayırt edememesinden doğan bir düşünce biçimidir. Egosantrik düşünce tipi kendi kafası ile toplumsal geçeklik arasındaki uzlaşmazlığın kaynağında objektif nedenler aramaktan çok ortada bir “fesat” ın döndüğünü veya başkalarının hatalı olduklarından yanlışlık yaptığı düşüncesini taşır. O’nun için dünya, düzeltilmesi gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken fesatçılardan oluşmakta diye düşünerek daima kendi haklılığının kabullenmektedir. Fesadı ortadan kaldırır ve insanlara kendince bulduğu “doğru yol”u yeteri kadar baskı yaparak kabul ettirirse işlerin düzelmemesi için bir neden kalmamaktadır(Güngör 1992;47-48). İnsan merkezciliği anlamına gelen antroposentrizm ise “İnsan-olmayan dünyanın insanlar tarafından kullanılmak için olduğu varsayımına dayanan dünya görüşüdür. İnsanların ne doğaya ne de diğer insan-olmayan canlılara saygı göstermek gibi bir sorumluluğu yoktur. Tek tanrılı dinlerdeki Yaradılış hikayesi ve Varlıklar Hiyerarşisi’nde insan-olmayan doğanın bu hiyerarşinin en altında yer alması insanın doğaya hükmetmesini meşru kılar. (bkz. Merchant, 1992:70-74)”(Almanak 2002; nosuz). şeklinde insanın tanrı yerine kendini koyması yanikendisinitanrılaştırılması ve insanın tüm hayatın ve onun dışındaki diğer herşeyin temeline bu zihni düşüncesinin oturtulmasıdır.
Girişimcilik teorisi açısından girişimci; güç sahibi olarak sistemli mal üretimini gerçekleştiren kişidir(Schumpeter 2000;51).J.B.Say’e göre girişimci, üretim ve gelir dağılımındaki temel kişilikdir.Girişimci, emeğin,sermayenin ve tabii kaynakların üçünü anlamlı bir şekilde birleştirir.Bu yönüyle girişimci, çeşitli türdeki üretici ve tüketici gruplar arasında bir aracı durumundadır.Girişimcinin üretimi yönetmesi özelliğinden dolayı da sermaye sahibinden ayrılmaktadır.Girişimcinin sermaye sahibinden ayırıcı başlıca diğer nitelikleri onun;girişimcilik,kabiliyetlilik,risk alma,yönetme,düzeltme,insana ve eşyayı tanıma(sezgi gücü),zamanında yerinde karar verme ve yüksek bir analiz gücüne sahip olması olarak belirtilebilinir(Hamitoğulları 1978;136).
Girişimciliğin yöneticilik, risk alma ve toplumsal-tarihsel kültürel özellikleri de içeriyor olması, girişimcilik kavramını sosyolojik bir niteliğe büründürmektedir. Mosca’ya göre bütün toplumlarda iki sınıf insan meydana çıkmaktadır. Bunlar yönetenler ve yönetilenlerdir. Yönetenler daima az sayıda bulunmaktadırlar. Yönetenler(girişimciler),kurumun siyasi fonksiyonlarına, monopol güçlerine, gücün getirdiği avantajların hepsine sahiptirler(Mosca1964;214).Bendix ise Batı medeniyetindeki bu yönüyle ortaya çıkan girişimcilik olgusunu batılı girişimcinin hayatta kalmak için kendi gücünü göstererek girişimcilik üzerine kurmuş olduğu tam otoriteyi sağlamadaki başarısı ile açıklamaktadır. Buna göre Batı medeniyeti sanayileşme olgusu, batılı girişimcinin geliştirmiş olduğu az emir, çok itaat içerikli girişimcilik organizasyonuna bağlı olarak gelişme göstermiştir(Bendix 1964;301-303).
Batı medeniyetindeki bu girişimcilik kültürü olgusunu İnsan –kültür –zihniyet kavramlarından hareket ederek, yeni bireyci egosantrik girişimci insandan antroposentrik girişimci insan sürecine geçişin tarihsel toplumsal kültürel temelleri dikkate alınarak, ekonomi-sanayi-çalışma hayatı ilişkilerini değerlendirmek gerekir. Böylece de bu yaklaşım, ideolojik batı yorumundan uzak, bilimsel ve objektif bir ölçütüde beraberinde getirmiş olacaktır.
Rönesans, Tanrı tarafından seçilmiş bir varlık olarak insanın yeniden farkına varmasını sağladı(Frankl 2003;123).
Batılı insanın kilisenin otoritesinden kurtulmasıyla; zihinsel özgürlüğe kavuşmaya, tüm sanat ve edebiyat türlerinde olağan üstü büyük bir patlamanın yaşanmasına yol açan insani duyarlık imkânlarının farkına varmaya başladı. Ancak bu dönemde gerçekleştirilen atılımların, belirgin bir bireyciliğin ve şahsiyet kültünün ortaya çıkmasına da yol açtığı söylenebilir (Frankl 2003;129).
Batı medeniyetinde kent-devletleri, çeşitli unsurların bir araya gelmesiyle zenginleştikleri gibi aynı zamanda yükse bir refah durumunu da gerçekleştirmişlerdi. Bu durumun oluşmasının ana belirleyicisi ise ticarettir. Bu yolla kent-devletleri, refahı yakalamış ve güçlenmiş bir hale dönüşmüşlerdir(Frankl 2003;131). Sombart ilerde değinileceği üzere bu ve benzeri gelişme durumlarını kapitalizm-yahudilik ilişkisi bağlamında ele alarak, yahudilerin Avrupa’daki kentlerden göç etmeleri ile o kentlerin ticaret ve gelir durumlarındaki artış ve düşüşe dikkat çekmektedir.
Rönesans, aynı zamanda modern kapitalizmin temellerinin atıldığı bir dönemi de ifade etmektedir. Kapitalizm, bireyin bilinçli ve rasyonel olarak ekonomik yollarla karını en yüksek düzeyde gerçekleştirmeyi amaç haline getiren bir sistem olarak tanımlanabilir. Rönesans’la birlikte bireysel iş ticari faaliyet düzleminde, rasyonel muhasebecilik yöntemleri ve yoğun bankacılık işlemleri hız kazanmaya başlamıştır. Kent –devletleri ekseninde ise sermaye birikimine dayalı ekonomik emperyalizm, yeni bir çağın başlanğıçını ifade etmektedir(Frankl 2003;131).
Rönensans ve reformasyonun dini ve siyasi alanlarda neden olduğu çatışma ve çelişkilere rağmen, Ortaçağ süresince Avrupa ‘ya egemen olan hıristiyan düşünce, artık kırılmıştı. Hıristiyan düşüncesinin süper egosu, insanların zihninden uzaklaştırılmıştır. Avrupalı insanlar artık maddi dünya karşısında hayranlık ve büyülenme içine çekilerek “yeni insan” görüşü çerçevesinde madde ilginç hale gelmiştir. Doğa ise tutkulu bir araştırma nesnesine haline getirilmiştir(Frankl 2003;162-163).
Akli düşünme kategorileri, kâinatı işgal etmeye başladığından; Kâinat, akli bilgi bağlamında ele alınarak, artık sadece matematik ve geometrinin kavramlarıyla ve deneysel olarak kanıtlanmış nedensel ilişkilere bağlamında kavranmaya ve açıklanmaya çalışılıyordu. Böylece 18.yüzyıla gelinildiğinde, batı toplumunda iki şey ortaya çıkmıştı: birincisi, akli düşünce merkezli bilimin ilerlemesiyle, önceden Tanrı’ya atfedilen dinamizm, kutsallık ve büyüsellik gibi özellikler, şimdi maddi dünyaya (universe) (Frankl 2003;176) atfedilmeye başlanması. İkincisi ise insan, aklın koltuğunun ve güc hissinin, insanın beyninde yer edindiğinin kabul etmeye başlanması.
Aydınlanma çağının hümanist düşünürleri öncelikle insan ego’sunu özgürleştirmekle; insan akılcılığını, ilahi süper ego’ya bağımlı olmaktan kurtarmakla ilgilenmişler ve insanın, her şeyin ölçütü, bilginin biricik kaynağı, her şeyin (ilk ve varlık )nedeni ve tek yaratıcı güç olduğunu belirtmişlerdi.(Frankl 2003;177). Böylece Avrupa’da ego’nun olgunlaşması ve bunu için yapılan bağımsızlık mücadelesi, kültürel ve bireysel gelişimi ifade eden çatışma ve karmaşıklarca kuşatıldı.(Frankl 2003;179). Artık insan tanrı ile irtibata geçmeyecek, doğayla temasa geçecekti. İnsanda artık kendisi ile yüzleşmiş yeteneklerinin, koşullarının ve sınırlarının araştırılmasına yönelmiştir. Bu gelişmeler sonucunda siyasi, ekonomik gerçekliğin en önemlisi de en üst düzeyde örgütlenme olan devlete yönelik yeni bir entelektüel ilgisi başlamıştır.
Yeni aydınlar, bilimin, doğanın anlaşılmasını için tek doğru yaklaşım olduğunu belirtiklerinde, aynı zamanda kapitalist girişimci de, üretimi artırmak ve karı en yükseğe çıkarmak için bilim adamına yönelmiştir. Bilimin üretim sürecine ve iş örgütlenmesine uyarlanması sonucu, sanayi büyük bir itici güç kaynağına kavuşmuş olup böylece de oldukça gelişmiştir. Üretimin makineleşmesi, dolayısıyla daha büyük sayıda işçinin ve daha büyük oranlarda aygıtın devreye girdirilmesi sonucu iş ve ticaretin, matematik ve istatiki yollarla kontrol altına alınması ihtiyacını ortaya çıkardı(Frankl 2003;185).
Üretimin yeni şekillerle organize edilmesini gerektiren mekanik icatlar, insanın, kendi icadı olan araçlarla olan ilişkisinde travmatik rahatsızlıkların yaşanmasına neden oldu. Aletler, bireyin zanaatkârlık yeteneğini ve becerisini temsil ediyor hale gelmişti. (Frankl 2003;186).Böylece önce düşüncede başlayıp daha sonra bunu uygun insanı (egosantrik ve antroposentrik) inşa ederek madde merkezli ticari –sanayi odaklı bir dünyanın kurulup olgunlaştırılması söz konusu olmaktadır.
Rönensans ve reformasyon ile birlikte siyasal bağlamda monarşinin ve onun çürümüş olan bürokrasisine duyulan nefret ile birlikte bu süreç, kapitalizmin gelişmesi ve onun ticaret fikrini bireysel özgürleşme adına savunan liberalizm ile egosantrik merkezli girişimci bireycilik döneminin başlamasına neden olmuştur. Bu yeni dönemde liberal–kapitalist düşünce ile ekonomi, artık iktisadi bakımdan en güçlü olanın hak ve özgürlüğünü meşrulaştırılması yönünde bir görev taşıyacak hale getirilmiştir.
Sonuç itibariyle daha önceki yüzyılların birikimli etkisinin ağırlıklı olarak 18.yüzyılda somutlaşmaya başladığı batı toplumu düşünce dünyasındaki değişim, batı liberal-kapitalist medeniyet taşıyıcısı insanını, insan-madde, insan-insan etkileşimi rasyonalist-mekanistik bir çerçeveye oturmaya başlamıştır. Bu zihinsel değişimi, birey bağlamında batılı insanı bencil ve menfaat merkezli bir iktisat zihniyetine büründürürken, aynı zamanda bu zihniyeti gerçekleştirmek içinde; ticaretin özgürleşmesini, ticaret-sanayinin egemenliğinin sağlanması için de tekelci iktisat ahlakına sahip olunmasının kendince meşru temellerini geliştiren liberal-kapitalist iktisat düşüncesini, modernliğin biricik yolu olarak gösterme gayreti içine düşmüştür.
2. LİBERALİST_KAPİTALİST BATI MEDENİYETİNDE İKTİSAT-SANAYİ_ÇALIŞMA ZİHNİYETİ
Liberalist-kapitalist batı medeniyetinin rasyonalisti-mekanistik ve egosantrik zihniyete sahip girişimci insanın inşasını ve onun insan-madde, insan-insan ilişkisini de iktisat zihniyeti ve iktisat ahlakı kavramları ile ele aldıktan sonra bu alt bölümde liberalist –kapitalist sistemi, onun eğittiği(terbiye ettiği) egosantrik girişimcinin iktisat, sanayi ve çalışma hayatı alanlarındaki eylemleri, iktisat ahlakı ve iktisat zihniyeti bağlamında ele alınacaktır.
2.1. Liberalizm kavramı ve tanımı
Fikri temelleri aydınlanma felsefesine kadar uzanan liberalizm, genellikle batı demokrasisini egemen ideolojisi olsa da çok sayıda çeşidi ve melez türleri bulunmaktadır.
Liberalizm, ticari özgürlük arayışı (ki o halkın özgürlüğü değil sermaye sahibi girişimcini özgürlüğünü kast eder) ve bireysel mülkiyetin korunması temel zihniyet merkezli olduğundan her türlü monarşiye karşıdır(Marshall 1999;456).
Liberalizm, bırakınız yapsınlar felsefesi bağlamında bireyci ve özgürlükçü bir ekonomi sistemidir. Liberalizme göre nasıl ki tabiat kanunları vardır ve onlar değişmezlerse aynı bunun gibi ekonominin de kanunları olup bunlar değişmezdirler. Çalışma, bireysel menfaat, ekonomik özgürlük, serbest dolaşım ve rekabet gibi olaylar hep bu ekonominin değişmez kanunlarına bağlı bir şekilde gelişirler.
Liberalizmde bireysel menfaat hissi(bireysellik),bireyi çalışmaya, kazanmaya ve üretmeye yönelten en önemli unsurlar olarak belirtilir. Bireysel menfaatlerin karşılaşmasının sonucunda da ekonomik denge oluşmaktadır. Bu denge sonucu genel menfaate ulaşılır. Böylece genel menfaate ulaşmak için birey, çalışmalarında, kar maksimizasyonunu gerçekleştirme arayışındaki mücadelesinde, meslek seçiminde, sermaye birikimini sağlamasında ve tüketiminde hep serbest olmalıdır. Çünkü bireysel sermayenin oluşumu ve refahın sağlanması ancak bu yolla meydana gelir. Her bireye kişiliğine uygun imkân verilmesi ancak çeşitli şahıslara birbirlerinden farklı yaşama imkânının sağlanması ile gerçekleşebilir. Bireyselleşmenin gelişme ile aynı şey olduğundan, bu yönde iyi inşa olmuş insan tipolojisini,ancak bireysellik zihniyetine sahip insanlar meydana getirebilmektedirler.Bu da dünyadaki ilerleme ve medeniyetin gelişimi ancak özgür çalışmanın gerçekleşmesine bağlı oluşmakta olduğunu göstermektedir(Mill,1997;122). Rekabet sayesinde daha kaliteli üretimin yapılması mümkündür. Bireysel menfaat ve özgürlüğün sonucuda bireysel mülkiyettin oluşmasını sağlamaktadır. Bireysel mülkiyetin güven içinde olması ise toplumun ekonomik düzeninin temelini oluşturmaktadır(Topçu 2001;83–84).Liberalizmin temelleri olan bu düşünceler, ekonomik liberalizm adı altında ise; piyasa sistemini meydana getirmek için yola çıkılan bir toplum düzenleyici ilkesine (Polanyi 2000;196) dönüşmektedir.
Pek çok yazar batı medeniyetinin gelişiminde inanç itibariyle hıristiyan olan, ekonomik zihniyet açısından liberalist-kapitalist olan ve ahlak(ethos) açısından da “kazanma ama nasıl olursa olsun kazanma” içerikli hırs felsefesi- kapitalizm ilişkisine (Weber 1997;45) göre iktisat ahlakını ortaya koyan özgürlük peşinde koşan girişimciyi, yani modern ekonomik ruh veya ekonomik bakış açısı olarak ifade edilen ilkelerin yahudi bir kökene sahip olduğunun gözlemlenebilir olduğunu Sombart “kapitalizm ve Yahudilik” adlı eserinde belirterek(Sombart 2005;121),konuya alışılmışın dışında bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Weber’e hırıtiyanlık-hırs felsefesi-özgürlük ilişkisi, Sombart’ta yahudilik ahlak ilkeleri-kapitalizm-özgürlük ilişkisi yorumuna karşı liberal J.S.Mill’de özgürlük ve eşitliğin liberalizmin şaşmaz dayanakları olduğunu belirterek mikro analize yönelir. J.S:Mill’e göre özgürlük olmadan eşitliğin olmayacağından öncelikle özgürlüğün eşitlikten önce ele alınmasından yanadır. J.S.Mill’de liberalizm ve bireycilik; faydacı, idealist ve insana sorumluluk yüklerken ve doğal düzeninde ancak göreceli, sınırlı bir iyilik getireceğine dayanmaktadır. Mutlak doğal yasa sınırlanmakta, insani sorumluluk ve faaliyetler düzeltilmektedir(Hamitoğulları 1978;147).Böylece liberalizmin en önemli belirleyici unsurlarından olan doğal düzenin bazı eksik yanlarının düzeltilmesinden yana olan Mill, doğal düzene körü körüne bağlanılmamasının gerekli olduğunu söyleyerek, “her şeyin kendi kendine en iyi biçimde yüreceğine inanmanın” da doğru bir düşünce olmadığını belirtir.
Liberalizm insanın gelişmesi ve kazançlı olmasını, bireysel çıkarlarını engelleyen, onu sindirmek isteyen, siyasal iktidar ve sistemleri ortadan kaldırma arzusunu taşımaktadır. Bireyin temel haklarının garanti edilmesini sağlayacak sosyal düzenin kurulmasını aşan devletçi müdahalelerin, özgür bireysel tercihlerini engelleyecek tutumlarına(Hamitoğulları 1978;181) ister inanç, ister laik olsun nereden ve nasıl gelirse gelsin bu engellerin görüldüğü yer, liberalizm için mücadele edilmesi gereken bir savaş alanıdır. Böylece devletçilik, bütün biçimleri içinde liberalizmce kabul edelimeyen bir tutumdur.
Öte yandan liberalizme getirilen önemli eleştirilerden biriside onun ekonomik hayatta doğal kanunların olduğunu kabul etmesi konusundadır. Liberal görüşün olduğu gibi kabullenilmesi halinde haksız gelir oluşturma, bireysel mülk edinme durumu ile karşılaşıldığında bunu da ekonominin doğal kanunları çerçevesinde mi ele alarak açıklamak gerekecektir. Diğer taraftan sadece sosyal hayatın kanunlarının olması değil, onun yanında insan iradesi ve ahlakınında kanunlarının bulunması söz konusudur. Ahlak kanunları, sosyal alanda görülen haksızlıklara, adaletsizliklere ve sefaletlerle mücadele edilmesini emreder. Devletin bu konuya ilgisiz kalması sonucu bunca işçi sefaletetleri ülkeleri çepe çevre sarmıştır. Bireysel menfaatlerin sosyal düzeni sağlayacağı düşüncesi hem hatalı hemde yetersizdir. Liberalizm, kapitalizme yol açmakla insanlar arasında ki eşitsizliği daha da artırmakta(Topçu 2001;85) pek çok az gelişmiş ülkede kendi arz fazlalığından dolayı “kıtlık” sorunu oluşturarak günde otuz bin çocuğun bu ve buna dayalı sorunlardan yok olmasına neden olmaktadır. .Demokrasi-liberalizm ilişkisinde ise liberalizmin demokrasi kavramını kendi girişimcisinin egosantrik kar maksimizasyonunu gerçekleştirmede kullanması sonucu demokrasinin batı medeniyetçi yorumu, liberal girişimcinin ticaret ve karını artırmaya hizmet eden bir siyasal yönetin anlayışı haline dönüştürülmüştür. Oysa gerçek demokrasi de, bir sınıfın egemenlik haklarını meşrulaştırı içerik bulunmadığı gibi genel halkın yararı esas olduğundan liberalist demokratik anlayışa karşı bir muhteva taşır. Zaten liberal –kapitalist sistemin temel söylemindeki demokrasi uygulamalarının hangi demokrasi anlayışını kendisine rehber edindiğini ortaya koyması bakımından Afganistan ve Irak uygulamaları buna güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Santaya’ise antropomorfistik (tek Tanrı kabulünün insani sıfat ve davranışlara çok yakın olması) yahudi inancı ve bazen bir bazen de üç olan Tanrı anlayışının bulunduğu hıristiyan teslis inancının, batı medeniyeti liberalist-kapitalist topluma armağan ettiği “birey”ciliğin(Gray 2004;37) birincil tehlikesinin, liberalizmin içinde bulunan; orijinal batı inancında uzak alçak gönüllüğünü kayp etmiş, kuşkucu, insana tapıncın olduğu bir siyasal inanç ortaya çıkarmıştır. Uyumsuz ilerleme görüşü ile liberalist-kapitalist zihniyet, aşırı ahlak kuralları tanımayan “birey”ci düşünce ürünü bir genel refaha ilişkin özgürlük iddialarının ikinci plana gerilediği, liberalizm, sonuçta bir zamanlar kurumsallaştırmaya çalıştığı sivil toplum düşmanı haline dönüşmüştür.(Gray 2004;41-42).
Sonuç itibariyle maddeci kültür merkezli bir girişimci insan tipolojisin inşa eden liberalist-kapitalist sistem, girişimci bireyinin özgür ticaret yapma, sermaye birikimini sağlama egosantrik bir iktisat-sanayi ahlakı geliştirerek, bununla da eşitsizliği arttırarak, kendi güç zihniyeti hegemonik çıkarları doğrultusunda kullanma amacını gerçekleştirmektedir.
2.2. Post modern süreçte Liberalist-kapitalist sanayi-çalışma ilişki zihniyeti
Post modern süreç, sanayi toplumu özellikleri üzerine kurulan ancak bilgi ve iletişimdeki süratli gelişmeler sonucu batı medeniyetinde sanayi toplumu özelliklerine başta bilgi ve iletişim olmak üzer çeşitli alanlardaki etkiler sonucu yeni yaklaşımlara ulaştıran toplumsal süreci ifade etmektedir.
Medeniyet –insan ilişkisinde kurulan medeniyetin özelliklerini taşıyıcı unsur “insan”dır. Dolayısıyla bir medeniyetin felsefesini, ilkelerini, ahlakını pratik hayatta yani reel de örneğin başta ekonomi, siyaset, sanayi, çalışma hayatı v.s. gibi alandaki uygulayıcısı insandır. Bu yönüyle insanın ekonomi, sanayi ve çalışma hayatındaki tavır, tutum ve davranışları ait olduğu medeniyet-kültür dünyasının inşa ettiği ya da uygulanmasını istediği zihniyet- ahlak ilişkisine göre gelişir. Bu yönüyle Batı medeniyetinin kendi kültür-zihniyet özelliklerine göre inşa ettiği bireyin, başlangıçta egosantrik bir zihniyet taşıyarak güç, iktidar ve tekelci zihniyete ulaştıkça daha sonraları kendini tanrı yerine koyabilen antroposentrik insan noktasına gelen tipolojisinin, sanayi ve çalışma hayatı alanındaki parametrelere karşı tutum, tavır ve davranış görüntüsü batı medeniyetini ve onun insanı hakkında en gerçekçi bilgiyi verebilecektir. Böylece batı medeniyet ve onun inşa ettiği insanın çalışma hayatı ilişkilerindeki tavrını, başta batıda sendika kurma ihtiyacının sosyolojik temelleri olmak üzere taylorist, fordist, post fordist uygulamalar daki tutum ve davranışlarında kendini göstermektedir. Onun için bu konularda, batı liberalist-kapitalist girişimci insanın faaliyetlerini analizine bakmak gerekir.
2.2.1. Batı da sendika kurma ihtiyacı ve yeni sendikacılıkda liberalist zihniyet
18.yüzyıl ön-endüstri çağı avrupasında, girişimcilerin başarılı biçimde geliştirdikleri sanayi devrimi, eski üretim sistemini ve ondan kaynaklanan toplumsal ilişkileri yapısal olarak ortadan kaldırmıştır. Öne çıkan girişimci sınıf, bunu yaparken eski hâkim sınıf olan toprak aristokrasisini ortadan kaldırdı.(Mooers 2000,76). 19.yüzyılda kitlesel üretimin gerçekleştiği fabrika sistemi aynı zamanda işçi sınıfından bir fabrika proletaryasını meydana getirdi(Frankl 2003;191). Bu yüzyılın özelikle ilk döneminde seri üretime geçen liberalist –kapitalist girişimciler, sanayileşme ile liberal –kapitalist toplumsal ve ekonomik uygulamalar arasındaki uyumsuzluktan dolayı işçi sınıfının “yoksulluğu” yoğun olarak görülmektedir. Bu dönemde ücretlerin düşüklüğü nedeniyle, çocuk ve kadınların büyü oranlarda çalıştırılmaları yaygın olarak görülmektedir. Çalışma koşulları ise oldukça kötü ve oldukça ağırdır. Çalışma saatleride bazen günde 15 saat seviyelerine kadar çıkabilmektedir. Ancak 12 saatin altına da kesinlikle inmemektedir. Niveau’nun ifade ettiği gibi liberal-kapitalizmin bu ilk sitemleşmiş basamağında işçi sefaletinin tablosunu belirtmek için marksist olmaya ihtiyaç duyulmamaktadır(Hamitoğulları 1978;280). Andrew Ure adında bir anketçi, İngiliz tekstil imalathanelerinde çalışan 11 yaşının altında 4800 erkek çocuğu ve 5300’de kız çocuğunu belirlemiştir.. Fransa’da ise 1840’larda yayınlanan Dr. Villerme ‘nin ünlü raporunda, işçilerin çok güç hayat şartlarında çocuklarının nasıl feda edildiği durumunu oldukça iyi yansıtmaktadır.
Bütün bunlar liberal kapitalizmin işçi sınıfına çok cimri, acımasız ve emeği sömürücü bir zihniyetle yaklaştığını ifade etmektedir.
19.yüzyıl başlarında batılı girişimciler liberal-kapitalist model ve ona dayalı üretim zihniyetiyle üretim-sanayi faaliyetlerini geliştirirken bu süreçte işçilerin sömürülen emeklerini, verilmeyen haklarını koruyacak için bir dernek ya da sendika kurmaları yasaklanmıştı.(Hamitoğulları 1978;210).Bu ilk sanayi işçilerinin hiçbir hakları bulunmamaktadır. Cahil ürkek ve aç olan bu işçiler, hayatlarını en kötü koşullarda bile olsa sürdürebilmek için onlara muhtaç hale dönüştürülen bir sanayi üretim sistemi ile karşı karşıya bulunmaktaydılar. Ancak bir taraftan fabrikalardaki ücretlerin çok düşüklüğü öte taraftan da ücretlerini biraz artırılmasının istenmesi halinde işçiler derhal işten çıkarılıyordu(Frankl 2003;193).Bu ücretlerin düzeyini de daha özgür, zengin, bilgili ve güçlü olan liberalist-kapitalist girişimciler tek taraflı kendi iradelerine göre belirliyorlardı. İşçiler bu daha fazla kazanma ve güce ulaşma zihniyeti taşıyan bu girişimcilerin merhametine kalmışlardı(Hamitoğulları 1978;210). Eğer liberalist-kapitalist girişimciye erkek işçiler daha maliyetli oluyorsa, bunların yerine kadınlar çalıştırılıyordu. Fabrikalar 5–6 yaşlarındaki çocuklarla dolu bulunmaktaydı. Çok sık olarak iş kazaları meydana geliyordu. İşçinin yaşamı çok değersizdi. Bazı baraka ya da işyeri olarak kullanılan evlerde vardiya usulü çalışan işçiler, aynı yatağı paylaşmak zorundaydılar(Frankl 2003;193). Böylece işçi açısından hukuksal hiçbir korunma ve hak arama imkânı bulunmayan batı liberalist-kapitalist toplumsal yapı koşulları, tamamen bu yapının sistemleştirdiği ekonomi zihniyet ve ahlakı ile birlikte onun inşa ettiği girişimci insan tipolojisinin bir ürünüdür. İşçinin hak sahibi olmadığı bir ortamda liberal ekonomik üretim donanımının giderek bu yönde olgunlaşması sonucu giderek sermaye birikiminin hızlanması, verimliliğin artması gibi liberalist girişimcinin lehine olan olaylar dahi, işçi kesiminin yoksulluğunun ortadan kalkmasına katkı sağlamadı. Artık bu toplumsal koşular altında işçi kesiminin tek kurtuluş yolu ve çıkışı olan sendikalar oluşacaktır. Böylece batı medeniyetinde görülebilen liberalist-kapitalist girişimcinin sömürücü faaliyetlerine karşı kurulan sendika, çalışma piyasasında, işsizliğin ve yoksulluğun sefaletinin bütün ağırlığı altında birbirlerini yok etmeye çalışan işgücü yarışmasını önleyecektir (Hamitoğulları 1978;210–211).
Batı medeniyeti liberalist kapitalist sistemin sanayi hayatında görülen bu emek sömürüsü batılı liberal girişimcinin egosantrik ruh dünyalı maddeye hâkim olan bir dünya tasavvurunda kaynaklanmış olduğu görülür. Söz konusu sistem bir taraftan özgürlük derken (kendi girişicisinin maksimum menfaatleri adına) bununla beraber girişim hürriyeti ve mülkiyet hakkının meşru olduğuna dair faydacı ve tek taraflı bir bakış geliştirirken bunu da egosantrikliğinden dolayı meşru ve gerekli olduğunu söylerken, öte taraf dan da güçlünün zayıfı sömürmesinin adeta bir toplumsal gelişme karinesi olarak ortaya koyup sanayi işçisinin emeğinin hakkını “hiç”leterek onun sendika kurmasına yol açmıştır. Dolayısla sendika batı medeniye liberalist- kapitalist ekonomi zihniyetinin sömürü ahlakına yine kendi içinden oluşan bir tepki kurumudur.
Batı modern toplum sürecinde liberalist-kapitalist zihniyetli girişimci doğrudan işçi ile muhatap olmaz, onu kendisine yaklaştırmadığı gibi ancak sendikayı iş-işçi konusunda dikkate alır. Bu süreçte girişimci işçiyi,”sermayenin dostu olmayan” kimlik ile değerlendirmektedir.
Post modern süreçte ise sendikaların giderek öneminin azaldığı görüşü de pek yaygın bir kanaat olarak kabul edilir. Bu kanaatin yaygın kabulünü sağlayan unsurlardan birisi insan kaynakları yaklaşımıdır. Bu yaklaşımın amacı, bir taraftan örgütsel verimliliği arttırmak, öbür taraftan da çalışan herkesin ihtiyaçlarının giderilmesini sağlamak olarak belirtilir. Çalışanlar, eğer doğru bir şekilde yönetilir ve geliştirilirlerse verimleri artacak ve bu durumda işyerinde uzun vadeli kazanımları meydana getirecektir. Bunun sağlanabilmesi içinde liberalist-kapitalist girişimcilerce çalışanların var olan becerilerini en üst seviyede kullanabilecekleri ve kendilerini eğitebilecekleri bir çalışma ortamının çalışanlara sağlanması gerekmektedir. Bundan dolayı insan kaynakları programları uygulanırken hem işyerinin hem de çalışanların hedefleri göz önünde bulundurulması gerekmektedir(İnsan kaynakları com 2005;nosuz) şeklinde bir yaklaşım görünüşte çalışana(işçiye) verilen “değer” ile ifade edilmektedir.Bu yeni anlayışta girişimci, sendika yerine artık doğrudan işçi ile “birebir iş” görüşerek anlaşmasını ve buna da “işçiye verilen değer” şeklinde tanımlanması da, söz konusu dönemin liberal-kapitalist girişimcinin yeni sömürü biçimi olarak değerlendirmek mümkündür. Liberalist girişimcinin işçiden daha yüksek verim almak ve onun işe olan motivasyonunun artırmak için onu “sana değer veriyorum” adına karşısına alıp konuşup birebir sözleşmeye yönelmesini, liberalist-kapitalist girişimcinin insanileşmesi görüntüsü altında esasında kendisinin yüksek verimlilik elde etme zihniyetinin bir sonucu olarak belirtilmesi gerekir. Çünkü sanayi toplumu sürecinde işçiyi muhatap kabul etmeyen liberalist –kapitalist girişimci, şimdi ne oldu da birden yaklaşık iki yüz yıldır egosantrik bir ahlakla yaklaştığı işçisini birden “değer”li kabul eder noktaya geldi. Bu durumu liberalist-kapitalist batılı girişimcinin tarihsel, toplumsal, kültürel zihniyet inşası gelişimini dikkate alarak değerlendirildiğinde, bu girişimcinin hiçte insani değerler merkezli bir yaklaşım içinde olmadığı söylenebilir. Liberalist-kapitalist batılı girişimci post modern süreçte sömürüsünü (yeni türde) devam ettirebilmesi için ancak böyle bir politikanın uygulanması gerekmektedir.
Türk toplumsal yapısı açısından konuya yaklaşıldığında; son bin yılın 750–800 yüz yıllık sürecinin 350–400 yıllık döneminde (Selçuklu-Osmanlı) Türk medeniyetinin özgün iktisat, özgün girişimci, özgün sanayi, özgün çalışma hayatı ve ilişkileri vardır. Zaten medeniyet kurma da söz konusu olan maddi kültür parametrelerinin çağına göre “en yüksek seviyede” bulunması gerekir ki o medeniyet kurulsun ve yaşasın. Bu çerçevede Türk medeniyeti çalışma hayatı ve ilişkilerinde sendika kurumu bulunmaz. Çünkü Türk sosyo-kültürel sisteminin değerler boyutu girişimcisine, işçinin emeğinin sömürülmesinin bir “insan hakkı” sorumluluğu taşıdığından onun hakkının terinin kurumadan başta yaptıkları anlaşmaya “tam” uyarak vermesinin gerekli olduğu ifade eden bir iktisat ahlakına göre zihniyet dünyasını inşa etmiştir. Bu yüzden girişimci açısından hak ve emek sömürüsü yapılmadığından, sistem, işçinin hakkını korumak için sendika kurumuna ihtiyaç duymamıştır. Hak ve emek sömürüsüne uğramayan işçide, başta yapılan anlaşmaya uygun bir eylemle de karşılaşınca o da, yapması gereken işe ve onun sahibine karşı çatışma duygusu ve aldatılmışlık hissi taşımaksızın bir ”sosyal diyalog” şuuru içinde faaliyetini gerçekleştirir. Dolayısıyla sendika kültürel temeller açısından Türk sosyo-kültürel sistemin zihniyet dünyasında bulunmadığından(sömürü zihniyeti olmadığında) Selçuklu ve Osmanlı Türk medeniyetinde bulunmamaktadır.
2.2.2 Taylorist, fordist, post fordist çalışma ilişkileri açısından batılı girişimciliği
Batı medeniyetini maddi, manevi ve de tarihi kökenleri açısından ulaştığı emperyalizm ile arasındaki bağ önemli ve güçlüdür. Batı medeniyeti bu bağı 19. yüzyıldaki geldiği nokta olan “bilimin egemen” olarak topluma hâkim olduğu (Mardin 1994;189) süreçten itibaren kurmuştur.
Bilim madde üzerine kontrol sağlayarak milleti diğer milletlere göre daha “güçlü” bir noktaya taşıma anlamını da içermektedir(Mardin 1994;190). Bilimin bu bağlamda batı medeniyetini kurmadaki olumlayıcı fonksiyonu pozitivizm akımının da etkisi ile materyalist- mekanistik bakış açısı olmuştur. Batı medeniyeti bu bilim düşüncebiçimi vasıtasıyla kurmuş olduğu üretim sanayi başta taylorist daha sonrada fordist ve post fordist üretim anlayışını geliştirmiştir.
İlk sanayi toplumunun sistematik üretim biçimi olan Taylorizm, F.W.Taylor tarafından geliştirilmiştir. Taylorizim 20.yüzyılın başlarında hızla büyüyen kapitalist işletmelerde giderek karmaşıklaşan emeğin kontrolünü sağlamak için, kullanılan üretim teknolojisinden bağımsız bir şekilde uygulanabilecek bilimsel yöntemler geliştirme faaliyetidir. Taylorist yaklaşım işçinin doğuştan günahkâr ve aptal olduğuna inanışından hareket eden liberalist ego santrik girişimcinin, bu tip işçiden en yüksek verim nasıl alabilirime dayanmaktadır. Taylorist yaklaşıma göre insanın eğilimleri işi kolaydan alma ve kaytarmaya yani çalışıyor gözüküp de aslında çalışmayıp dalga geçme yönündedir. Bundan dolayı, işi yönetn yahut denetleyenler olmadığı zaman bile işçiler işlerini tam olarak yapmalıdırlar. Ayrıca, işçiler işlerini bilimsel merkezli en iyi yapılışı bulmada yeterli zekâya sahip bulunmadıklarından üretimdeki rollerinin pasifleştirilmesi gereği bulunmaktadır.
Taylorizm uygulamasıyla, işçi bütün becerilerinden, üretim bilgisinden ve zihinsel faaliyetlerinden koparılıyor, vasıfsızlaştırılıyor, farksızlaştırılıyor, her türlü küçük parça işi yapar hale getirilerek onu önemsizleştirmekteydi. Dolayısıyla, tüm bu yönetim pratiği liberalist- kapitalist girişimcini kar maksimizasyonunu sağlama ideoloji ve amaçları etrafında şekillenmiştir. Bu nedenle, iş yerindeki verimliliği arttırıcı etkisinden çok, içinde barındırdığı ideoloji nedeni ile kapitalist üretimde büyük önem kazanmış ve uygulama alanı bulmuştur.
Fordizm ise Henry Ford tarafından 1900’lü yılların başında geliştirilmiştir. Fordizm, öncelikle Ford otomobil fabrikasında uygulanmaya başlanmış olan bir üretim organizasyon şeklidir. Fordizm, Taylorist iş örgütlenmesi yöntemlerinden tamamen bağımsız bir teknik buluş olmayıp onun birikimi üzerine inşa edilmiş olduğu söylenebilir. Emek sürecinde liberalist-kapitalist girişimcinin işçilerin becerilerine olan bağımlılığını ortadan kaldırıp, işçileri vasıfsızlaştıran pek çok adımın mekanize olmuş bir bileşimidir.
Fordist iş organizasyonunda Taylorist ilkelere göre üretim sürecindeki küçük parçalara bölünen işler, yapılış sırasına göre bir hatta dizilmektedir. İşçilerin üretim aşamasında işin gereği olan parça almak ya da alet/makine kullanmak için gidiş-gelişleri önlemeye dayalıdır. Eski taylorist biçim yerine, işin nesnesinin, üretim aşmasındaki gerekli olan işlem sırasına göre dizilmiş makineler ve iş istasyonları boyunca hareket etmesi sağlanmaktadır. Bu yolla Fordist montaj hattı (akar band) nın oluşması sağlanmıştır.
Fordist seri üretiminin temel unsurları ayrıntılı iş bölümü, seri hareket ve süreklilik den oluşmaktadır. Tüm bu unsurlar 20. yüzyıl başı liberalist- kapitalist girişimcinin üretimine uzak olmamasının yanında, ABD’de bu yeni üretim organizasyon biçiminin ortaya çıkışı, seri üretim sonucu elde edilen yüksek ürün miktarının tüketilebileceği büyüklükte pazarların oluşmasına bağlı kalmıştır.Fordist üretim sonucu ortaya çıkan Üretim artışına bağlı olarak beliren yeterli sayıda vasıflı işçi bulamama sorunu yüzün, emek tasarrufu sağlayan, özellikle de vasıflı emek gerektirmeyen üretim tekniklerini son derece cazip hale getirmiştir..
Bu yüzden, Fordist üretim organizasyonu uygulanabileceği bütün sektörlerde uygulamaya konulmaya başlanmış, sağladığı üretkenlik artışı nedeni ile 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da yaygınlık kazanmış ve hatta teknoloji transferi yoluyla Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere de yayılarak dünya çapında egemen üretim organizasyon biçimi haline gelmiştir. Ancak 1980’li yıllarda kapitalist ekonomiler seri üretim anlayışından esnek uzmanlaşmaya dayalı üretim teknolojisine yönelik bir dönüşüm geçirmişlerdir. Günümüzde belirgin olarak kullanılan ve yaygınlaşan esnek üretimin anlayışının, Fordizmin üretim organizasyon biçimi nin alanının oldukça daralmıştır.
Söz konusu yeni gelişmeler sonucu “neo-Fordizm”, “global Fordizm”, “post-Fordizm” ve “esnek uzmanlık” gibi kavramlar artık giderek çalışma hayatında ve ona bağlı olarak gelişen batı medeniyeti siyasal alanında liberalist-kapitalist sistemi yoğun tartışmalara yöneltmiştir. Çünkü Fordizm sadece bir liberalist- kapitalist emek sürecinde bir üretim organizasyon biçimi olmayıp aynı zamanda, sermaye birikimi rejimi olduğunda söz konusu tartışmalar kültürel temeller açısından özde Fordist birikim rejiminin krizinden kaynaklanır hale dönüşmüştür(Ansal 1999;9-12).
Taylorizmin liberalist –kapitalist girişimcinin üretimdeki verimliliğini artırmaya yönelik yaklaşımı özellikle ikinci dünya savaşından sonra fordizm; verimlilik+uzmanlaşma yeni organizasyonu ile hep liberalist kapitalist girişimcinin kar makzimizasyonunun en çoklaştırma faaliyeti üzerine kurulmuştur. Bu üretim sistemlerinde liberalist-kapitalist girişimcinin; güç-madde- egosantrik üretim ahlakının ve zihniyetini bileşik yansıması olarak işçiyi küçümseme, onu “aşağılık ve güvenilmez” gören temel bakış açısını ortaya çıkmaktadır. Post endüstriyel süreçte de fordizmin ve ona dayalı ilkelerin “tıkanması” sonucu artık yeni dönemde liberalist-kapitalist girişimci işçi ile “birebir” görüşüp, iş antlaşmasını buna göre yapma noktasına gerileyerek, üretim tıkanıklığını aşmaya çalışmaktadır.
Günümüzde batı medeniyetinin birincil taşıyıcısı durumundaki ABD’nin medeniyet unsurlarını; dünyevileştirmiş bir hırıstiyanlık, liberalist-kapitalist girişimci-madde etkileşimi üzerine kurması sonucu, insan-madde, insan-insan ilişkilerini hep rasyonellik, kar maksimizasyonu, güç ve egosantriklik üzerine kurduğundan, tıkanma noktasına gelen çalışma ilişkileri ve diğer ekonomik parametrelerinin gerilemesi sonucu neo-liberal imparatorluğun hiç de parlak bir durumda olmadığı ortaya çıkmaktadır. Özgürlük(ama bu özgürlük halkın değil, liberalist güce tapan egosantrik girişimcinin özgürlüğüdür),demokrasi( ki o da halkın hizmetinde olup onun haklarını koruyan değil, liberal girişimcinin haklarını koruyan bir demokrasi) ve serbest girişimcilik üzerine üzerine kurulu neo liberal imparatorluğun(Pıeterse 2005;81) bütün ileri maddi üretim unsurlarına sahip olmasına rağmen onu “en yükseğe” çıkarmak istemesine rağmen, medeniyetinin bütün unsurlarını onu maksimum düzeye çıkarmada kullanmasına rağmen, “insan”ı yitirdiği için çöküşü de, yine maddi açıklarının giderek daha da artmasına bağlı olarak hızlanmaktadır. Örneğin A.B.D. ekonomik alanda çok başarılı gözükse de, aslında hiper borçlu, yüksek cari açıkları bulunan (Pıeterse 2005;83) bir durumdadır. ABD’nin borcu 10 trilyon dolar civarındadır. Buna kurumsal ve mali, borç türevler, yerel hükümetleride ilave edildiğinde yaklaşık 37 trilyon dolar seviyelerine yükselmektedir. Ayrıca buna aşırı tüketimden kaynaklanandan farklı olarak 600 milyar olan ve bununda sürekli yükselmeye devam eden ticaret açığının da eklenmesi durumunda, onun “bitkin” bir medeniyet haline dönüşmüş(Frank 2005;105-106) olduğu görülür.
Dale Davidson ve William Ress-Mogg adlı iki bilim adamı “Mutlak Birey” adlı çalışmalarında enformasyon teknolojisinin, aktiflerin oluşturulması ve kurulması bakımından piyasaların dikkat çekici her ölçüde genişlemesini mümkün kılabilme etkisine sahip olduğunu belirterek, yeniden paylaşım esasına dayalı olan yağmacı bir vergi rejimi ve baskıcı düzenlemelere sahip başlıca milli devletlerin, tercih edilen yetkili güç olma kabiliyetlerini kaybetme durumlarının söz konusu olabileceğine vurgu yapmaktadırlar(Ekin 2000;11).
Throw ise post endüstriyel süreç içinde liberalist-kapitalizmin en ciddi hastalığının “miyopi” olduğunu ifade ederek kısa vadeli bakış açısından uzaklaşılmasının, batı medeniyeti açısından çok gerekli olduğunu vurgular. Çünkü kısa vadeli bakış açısı liberalist- kapitalist sistemin geleceğinin ipotek altına alınması ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Liberalist- kapitalizmin “bireycilik” üzerine inşa edilmiş bir sistem olması ve yine onun, bireyin iç dünyasındaki kısa vadeyi öne çıkarmayı yani “hemen ulaşma” eğilimini dengeleyecek sosyal normlardan yoksun bir sistem olmasından dolayı, kendi geleceğini ileri arttırmasından nedeniyle Throw, demokratik sistemin çözüm üretme yeteneğinin sorgulandığını belirtmektedir(Ekin 2000;12).
Toplumsal yönde batı medeniyeti kendi amaç ve tabularına olan güvenin sarsılması sonucu; terör ve şiddet de artışın ortaya çıkmasına, ahlaki ilkelerin ve değerlerin giderek yok olmasına, insanların egosantrikliğinin ve bunun beslediği açgözlülüğün, alçaltıcı bir tüketim alışkanlıklarını ve duyarsızlığı teşvik eder noktaya gelmiştir. Önceki on yıllar, büyük çaplı işsizlik, sefalet olaylarını artırırken bu durumlar toplumsal reformları beslemekteydi. Günümüzde ise yoksullar ile zenginlerin arasındaki bu açılma, ikiyüzlü bir mantıkla, hayatın gerçekleri olarak gösterilmektedir. Bütün toplumsal parametre göstergeleri batı medeniyetinin büyük ideolojisi olan “liberalist-kapitalist” zihniyetin artık iflas ettiğini herkese göstermektedir(Frankl 2003;283).
Böylece ekonomik ve toplumsal yönden G.Frank’ ın deyimi ile “bitkin” hale gelmiş liberalist-kapitalist batı medeniyetinin bir çöküş içine girmiş olduğunu ifade etmek, aşırı ve erken ifade edilmiş bir değerlendirme olmaktan uzak görünmektedir.
S O N U Ç
Medeniyet tarihi açısından medeniyetlerin çözülme süreci içine girdiğini gösteren en önemli üç unsur olarak; o medeniyetin yetiştirdiği insan kalitesini niteliksizleşmesi, medeniyetlerin “kibir ve kendini beğenmişlik” taşıyan narsistik halinin karakter hakine gelmesi ve üçüncü olarak da “taklit” dir. Batı medeniyeti, yetiştirmiş olduğu girişimci insan tipoloji ile medeniyetini yükseltmiş ancak bu tipolojinin egosantrik iktisat ahlakı olan “bırakınız yapsınlar”anlayışı sonucu sadece insan-madde merkezli güç ve tekelci merkezli kazanma zihniyetine dönüşmesi sonucu, antroposentrik bir yeni insan tipi ortaya çıktı. Bu insan akıl merkezli ve sadece akıl ve maddi gücüne güvenen bir zihniyetle kendisini Tanrı yerine koyan bir aşamaya gelmiştir. Böylece batı medeniyeti oluşturmuş olduğu maddi zenginlik ve antroposentrik insanla bu toplumun manalar dünyasını bir “enkaz” haline dönüştürmüştür. Böylece 21.yüzyılın “Hasta Adamı” haline dönüşen batı medeniyeti, insanının ve onun madde-mana bütünleşmesini elinden kaçırdığından, artık kendini toplama enerjisini üretme kabiliyetini de kaybetmiş duruma gelmiştir. Bu medeniyet, pek çok görüşe göre dünya tarihinin “en kanlı ve acımasız”” yüzyılı olan 20.yüzyılda, liberalist-kapitalist sistem kendi her tıkanıklığını aşmak için “yenilenmesi” açısından yüz milyondan fazla dünya “insan”ının görünürde şu ya da bu sebeple yok olmasına neden olduğu söylenebilir. Özellikle küreselleşme, neo-liberallik süreçte bu medeniyetin tek hakimliliği sonucu dünyadaki kuralsızlığını “kural” haline getiren “demokrasi, serbest piyasa ve insan hakları”nın hakim olması adına çeşitli ülkeleri işgal ederek, narsisliğe dayalı uygulamalarıyla gerçek zihniyetini bu kavramları kullanış biçimiyle göstermiş ve böylece kendisini tüketmesini daha süratlendirmiştir. Bu kavramların ideal anlamdaki gerçekliğini benimsememe veya bunu tesis etmeme “sosyal sırrı” ise artık dünya bağlamında açığa çıkarak, bütün dünya insanlığı bu medeniyetin ikiyüzlülüğünü anlar duruma gelmiştir. Ayrıca dünya insanlığının bunu kavrayışı da bu medeniyeti, dünya üzerinde geliştirmiş olduğu “ yüksek iletişim ağı” vasıtasıyla olmuştur. Böylece batı medeniyeti insanını; insan- madde ilişkisine kilitleyerek, insanın iki boyutlu halini hiçlemesi sonucu, sadece insanının madde yönüne ağırlık veren bir zihniyetle kendi insanını antroposentrik hale dönüştürerek “hiç göremediği bir yerden” onu kaybederek, medeniyetini çözülmeye sevk etmiştir.
K A Y NA K ÇA
Amiran Kurtkan Bilgiseven(1992), Sosyolojik Açıdan İslamiyet ve İslami Kavramlar, Filiz Kitapevi, İstanbul.
A.Hikmet PAR(1991), “Ata Sözleri”, Örnek Açıklamalı,4.baskı, İstanbul, Serhat yayın-dağıtım, İstanbul.
Adam Smith(1997), Ulusların Zenginliği, çev. Ayşe Yunus-Mehmet Bakırcı, Alan yayınları, İstanbul.
Almanak(2002),Kentsel Alanda Antroposentrizm ve Ataerkilik, www.Sav.org.tr Almanak yazılar,
Andre Gunter Frank(2005), Çıplak Hegemon, Siyaset ve Toplum Üç Aylık Dergi,Bahar 2005 sayı:2,Ankara.
Beşir Hamitoğulları(1978), Çağdaş İktisadi Sistemler, strüktürel ve doktrinal yaklaşım, AÜSBF yayınları no:426, 2.baskı, sevinç matbaası, Ankara.
Colin Mooers(2000), Burjuva, Avrupa’nın Kuruluşu, çev. Bahadır Sina Şener, Dost kitapevi,2.baskı,Ankara.
Erkal Mustafa(1993), Sosyoloji (Toplumbilim), Der Yayınları, 5. baskı, İstanbul.
Erol İ. Kozal(1999), İnsan-Toplum-İktisat, İbn-i Haldun’dan Yola Çıkarak Çok Yönlü Bir Tahlil Denemesi, Değişim Yayınları, Adapazarı.
Erol Güngör (1992),Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken yayınları, İstanbul,1992.
Fernand Braudel(1993), Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, 15-18. Yüzyıl, çev.: M.Ali Kılıçbay, Cilt: 2, Gece Yayınları,Ankara.
Fichter Joseph(2004),Sosyoloji nedir?,çev. Nilgün Çelebi,7.baskı, Anı yayınları, 2004,Ankara.
Gaetano Mosca(1964), “The Varying Structure of the Ruling Class”,Social Change, edit.Amitai and Eva Etzioni,Basic Books Newyork-London.
George Frankl (2003), Batı Uygarlığı, ütopya ve trajedi, çev. Yusuf Kaplan, Açılım kitap, İstanbul.
Gordon Marshal(1999), Sosyoloji Sözlüğü, (Çev. Osman Akınbay-Derya Kömürcü), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.
Hasan Küçük(1974), Mukayeseli İslam ve Batı Felsefesinde Sistematik Problemler, Fatih yayınevi matbaası, İstanbul.
Hacer Ansal(1999), Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar(Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken,İşçiye Neler Oluyor),Birleşik Metal-iş Sendikası yayınları,İstanbul.
İbrahim Kafesoğlu(1989), “Türk Milli Kültürü”, Boğaziçi Yayınları, 6. Baskı, İstanbul.
İnsan Kaynakları Com(2005), İnsan Kaynakları Ekibi,Ernest-Young, İstanbul.
Jan Nedeverden Pıeterse(2005), Neoliberal İmparatorluk,Siyaset ve Toplum Üç Aylık Dergi,Bahar 2005 sayı:2,Ankara.
John Gray(2004), Post-Liberalizm, siyasal düşünce incelemeleri, Dost kitapevi, Ankara.
John S.Mill(1997),Hürriyet,Batı klasikleri,Çev.Mehmet Osman Dostel,M.E.B Yayınları,İstanbul.
Joseph A.Schumpeter(2000),”Entrepreneurship as İnnovation”,Entrepreneurship the Social Science View,Edt.Richart Swedberg,Oxford University Pres Newyork.
Karl Polanyi(2000), Büyük Dönüşüm,çev.AyşeBuğra,İletişim yayınları,İstanbul.
Margaret Poloma(1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, çev. Hayriye Erbaş, Gündoğan yayınları, Ankara.
Max Weber(1997), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Hil Yayınları İstanbul,
Nurettin Topçu(2001), Sosyoloji, Bütün Eserleri 17, Dergah Yayınları, İstanbul
Nusret Ekin(2000), Teknolojik Dönüşüm ve Bilgi Çağı” Mercek Dergisi, Türk Metal Sanayicileri Sendikası, İstanbul.
Osman Şimşek(2004), Türk Kobi’lerinde Sermaye Birikiminin Kültür Temelleri, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara.
Ömer Demir(1996), Kurumcu İktisat, Vadi yayınları, Ankara.
Raymond Aron(1992), Sınıf Mücadelesi, Dergah yayınları,İstanbul.
Reinhard Bendix(1964),”Industrialization,İdeologies and Social Structure”,Social Change, edit.Amitai and Eva Etzioni,Basic Books Newyork-London.
Sabri F. Ülgener(1983), Zihniyet Aydınlar ve İzem’ler –Denemeler ve Araştırmalar-, Ankara, Mayaş Yayınları, İstanbul.
Sabri F. Ülgener(1991),İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul.
Şerif Mardin (1994), Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Makaleler-1, İletişim Yayınları, Der. M. Türk’öne-T.Önder, İstanbul.
Yılmaz Özakpınar(2003),İslam medeniyeti ve Türk kültürü,Ötüken yayınları,İstanbul.
Werner Sombart(2005), Kapitalizm ve Yahudiler, çev. Sabri Gürses, İleri yayınları,
NOT: Bu makale Kamu- iş dergisinde 2005 tarihinde yayınlanmıştır.