“Tevhidi Sosyal Düşünce”

Zihniyet, Aydınlar ve İzm'ler

İlk baskısı 1982 yılında yayımlananZihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, üç ana bölümden oluşur.[1]Kitabın her bölümü, başlıkta tek bir sözcükle ifade edilen konularda, farklı dönemlerde kaleme alınmış, ama bu kitap için yeniden gözden geçirilmiş ve güncellenmiş bir dizi yazıyı içerir. Dolayısıyla söz konusu çalışma, Ülgener’in sağlığında yayımlanan diğer kitaplarının aksine özgün bir eser değildir; çoğu daha önce değişik zamanlarda ve farklı yerlerde yayımlanmış olan makalelerin bir araya gelmesinden vücûd bulmuş bir derlemedir. O halde şu noktayı bir “peşin hüküm” olarak daha en baştan ortaya koyalım: Kitabı oluşturan makalelerin temelde farklı mevzulara odaklanması ve yazılış tarihleri arasında neredeyse yarım asra varan büyük farklar bulunması, genelde bu tür derlemelerde karşılaşıldığı türden, eklektizmin yarattığı buruk bir tat bırakır okuyucunun dimağında. Nitekim yazar, kitabın önsözünde, farklı dönemlerde kaleme alınan yazılar arasındaki kesiklikleri ve kopuklukları gidermek için tüm yazılarını gözden geçirdiğini, bunlarda eklemeler ve değişiklikler yaptığını özellikle belirtir. Ancak, yazara çok da haksızlık etmeyelim. Bütünlük sorunu göz ardı edilerek meseleye bir de “ters açı”dan bakıldığında farklı bir değerlendirmeye gidilebilir, hatta gidilmelidir de. Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Ülgener’in tüm yaşamı boyunca ortaya koyduğu çalışmaların genel bir hülâsasını verir adeta. Böylece okuyucu, Ülgener’in çalışmalarına derli-toplu bir şekilde bakmak için bir fırsat elde etmiş olur. Aynı zamanda, bu kitapta, yalnızca belirli iktisadî sorunlar üzerine odaklanmış bilimsel çözümlemelerle değil, bir aydının güncel sorunlar karşısındaki tavrından izlerle de karşılaşılır.

Öte yandan kitapta yer alan Marxist ideolojiye yönelik eleştiriler ve dönemin sosyalist aydınlarıyla girişilen polemikler, fikir adamı açısından hiç de şanslı olmayan sağ kesim için önemli bir imkan yaratır. Sağın özellikle iktisadî sorunlara yönelik suskunluğunun kırılması ya da en azından sola karşı güçlü yanıtlar üretilebilmesi bakımından fakülte dergilerinin sayfalarından kurtulan ve bu kitap aracılığıyla geniş kitlelere ulaşan yazılar oldukça anlamlı olacaktır. Son olarak şunu da belirtelim: Kitapta Ülgener’in akademik ilgisinin nedenlerine ilişkin erken ipuçlarını da bulmak mümkün olur. Ülgener, zihniyet çözümlemelerine girişmesinin gerekçelerini kendi yaşam deneyiminden, yani bir bakıma kişisel tarihinden örnekler ve kesitler eşliğinde aktarır. Tüm nedenlerle Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Ülgener’in muhtemelen en popüler ve en bilinen kitabıdır. Elbette, sözünü ettiğimiz popülarite, bilimsel eserlerin bu konudaki genel yazgılarından muaf değildir; dolayısıyla geniş kitlelere yayılmayacak, entelektüel bir ortamla kısıtlı kalacaktır. 

En başta kitabın genel planını belirtmiştik. Biz de burada, Ülgener’in kendi kitabı için çizdiği rotanın bir benzerini izleyerek kitabı üç ana bölümünden hareketle inceleyeceğiz.

 

1. Zihniyet

Sabri Fehmi Ülgener’in bilimsel ilgisinin özgülendiği alanı ifade etmek için tek bir sözcük aransa herhalde “zihniyet”ten daha iyisi bulunamaz. Gerçekten de Ülgener, çalışmalarını Türkiye’de iktisadî kalkın(ama)ma sorununun ardında yatan zihnî meselelerin çözümüne hasreder; bu bağlamda pozitivist iktisadî çözümlemelerin genelde ihmal ettiğini düşündüğü insan unsurunu bir “değişken” olarak hesaba katar. Bu çabaları anlayabilmek için, doğal olarak, önce “zihniyet”i tanımlamak gerekecektir. Zihniyete ilişkin kısa ve net bir tanım getirir, Ülgener: “Dünyaya ve dünya ilişkilerine içten bir tavır alış!” (s. 14). Daha sonra da bu ifadeyi açar:

“Zihniyet -hangi yönde ise- o yolda benimsenmiş değer hükümlerinin haklılığına gerek kendini, gerek başkalarını inandırmak ve o noktada ilgiyi sıcağında tutmak üzere çoğu zaman ezbere tekrarlanan kaide ve kuralların toplam ifadesidir.”  (s. 14).

Sabri Ülgener, zihniyet araştırmalarına özellikle 1930’larda Türkiye’ye iltica eden ve daha önce yeterince bilinmeyen bu mevzuu ülkenin entelektüel gündemine sokan Rustow gibi hocalarının etkisiyle giriştiğini kaydeder. Ama kuşkusuz, iktisadî yöntem ve yaklaşım bakımından asıl pirî Max Weber’dir. Bu bakımdan Ülgener, Weber’in (ve de Sombart’ın) kapitalist gelişim dinamiklerine yönelik çözümlemelerinden hareket ederek aynı gelişmenin Osmanlı-İslâm dünyasında neden yaşanamadığı sorunu üzerine odaklanır. Ancak, en çok eleştiriyi, takip ettiği bu çizgi nedeniyle alacaktır. Ülgener’e yönelik eleştiriler, Weber’in literatürde çok tartışılan, hatta çok da sağlam bir zemine oturmadığı artık neredeyse “harcıalem” olarak görülen tezlerini çok da sorgulamadan veri olarak aldığı ve kendi kuramını bu eleştirel tezleri hesaba katmaksızın Weberyen bir anlayışla temellendirdiği iddiası üzerinde yoğunlaşır. Ancak Weber’e yönelik bu fazla olumlayıcı tavrı dışında Ülgener’in Türkiye’nin yüz yüze bulunduğu iktisadî sorunların çözümü bakımından oldukça anlamlı ve özgün bir kavramsal çerçeve sunduğu da, en azından hakşinaslık gereği, ifade edilmelidir. 

Türkiye’de iktisat, daha doğrusu iktisadî geri kalmışlık uzun süre devletin bekasıyla özdeşleştirilmiştir. Bu durum, özellikle Cumhuriyet döneminde iktisadî sorunların üzerine fazlaca eğilinmesini beraberinde getirir; ancak, Ülgener, bu ilgiye karşın, iktisadî çözümlemelerde insanın devre dışı bırakıldığını ve gelişmelere sadece mal ile para akışı gözüyle bakıldığını savunur (s. 7). Ülgener, tam bu noktada, kendi tezlerini güçlendirmek için özellikle planlamaya ilişkin fikirlerinden geniş ölçüde etkilendiği başka bir ünlü iktisatçıya, Keynes’e de müracaat eder (s. 11). Bu bakımdan planlamanın gerekliliği üzerinde durması, Ülgener’in iktisadî süreçlerde insana verdiği önemden kaynaklanır ve kendiliğinden işleyen bir piyasa mekanizması yerine insan müdahalesinin şekillendirdiği bir düzene daha fazla güven duymasıyla izah edilebilir. Öte yandan tasavvuf konusundaki derin bilgisi, kapitalizmin doğuşunu dinle ilişkilendiren Weberci yaklaşımı İslâm toplumlarına uyarlama çabaları açısından Ülgener’in güçlü bir hareket zemini bulmasını sağlar.

Ülgener, iktisadî zihniyet ile girişeceği eleştirel muhasebeyi edebî metinler eliyle yürütür. Dönemin ruhunu okumayı, Osmanlı-İslâm toplumunda edebiyatın en yetkin örneği olan şiirler aracılığıyla yapacaktır. Kendisinin de belirttiği gibi bu noktada en önemli şansı küçük yaşlardan beri klasik edebiyata “meftun olmasından” dolayı divan edebiyatının (ve bu arada halk edebiyatının da) seçkin eserleri üzerinde vukuf sahibi olmasıdır. (Ama belki de bu vukufu, onu şiirler üzerinden gidilecek bir zihniyet çözümlemesine yöneltmiştir.) Böylece kendi deyimiyle “hobby”si, profesyonel bir uğraşı, daha doğrusu araştırmalarda kullanılan yöntemsel bir araç hâlini almıştır. Edebî eserlerin izlenecek bilimsel yöntemin temeline yerleşmesinin nedeni, Ülgener’in bunların, üretildikleri devrin iktisadî zihniyetinin somut  tezahürleri durumunda bulunduğunu düşünmesidir. Edebiyat ürünleri, Ülgener’e göre, zihniyet dünyasını açıklamada ikili bir role sahiptir. Öncelikle edebiyat ürünleri ortaya konuldukları dönemin zihinsel yapısını şekillendirici bir yüze sahiptir; “inandırıcı gücü ve renkliliği ile sanat eserinin muayyen bir tavır ve davranışı başka herhangi bir aracın başarabileceğinden kat kat fazlasıyla bilinç altına yerleştirdiği, hatta farkına varmayarak çağ görüşünün bir parçası haline getirmeyi başardığı inkar edilemez.” (s. 22). İkinci boyut ise “ifade ilişkisi” olarak adlandırılabilir. En genel şekilde sanat eserleri (özelde ise Ülgener’in araç olarak kullandığı edebiyat eserleri), “belli bir tavır ve davranışa kendi kendini açıklamak için ifade kalıbını ve aracını” verir (s. 23).  

Ülgener’in belki en ilginç tespitlerinden biri, Türkiye’de işadamlarının Batılı anlamda girişimcinin üstlendiği risklerden kaçındığını ve zenginleşme için devletin sunduğu imkanlar gibi daha güvenceli yolları tercih ettiğini sarahatle ortaya koymasıdır (s. 73-74). İşadamlarının bu tavrı, Türkiye’nin neden iktisaden kalkınamadığı sorusunun belki de en gerçekçi ve en doğru yanıtlarından birini teşkil eder. Örneğin işadamlarının yatırımlarını yeni iş alanlarından ziyade gayrımenkule ve altına kaydırmalarını eleştirir Ülgener. Bu bağlamda “modern Batılı insan” ile “gelenekçi insan” arasında bir ayrıma gider. Buna göre:

“Modern Batılı insanda parayı para olarak tutma arzusu -bugünün iktisat dili ile söyleyelim ‘likidite tercihi’ hiç değilse, cep kuşak veya cüzdandan kopup vadesiz bir hesab-ı cârî ile kendi dışında bir yabancı varlığa -bankaya- uzanacak kadar yumuşama gösterdiği halde, gelenekçi insanda kişilik dışına çıkan bu daracık mesafeyi aşabilmek için epeyi gayrete ihtiyaç görülmüştür ve görülmektedir.” (s. 53). 

Ülgener’in münhasıran  zihniyet çözümlemelerini konu alan asıl ve daha bütünlüklü çalışmaları, “İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri”, “İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı” ve “Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Zihniyeti” gibi belirli bir sorun üzerine odaklanan eserlerdir. Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler ise ilki 1934 yılında yayımlanan birtakım çalışmalar aracılığıyla, ileriki dönemlerde birbiri ardına ortaya konulacak eserlere girizgâh niteliği gösteren makaleleri içerir. Daha önce kısmen belirttiğimiz bir noktanın bir kez daha altını çizelim: Bu makaleler, bir bakıma yazarın ilgisinin yoğunlaştığı konulara eğilme sebebini ve bu çalışmalarda izlediği yöntemin gerekçesini açıklar. Dolayısıyla Zihniyet, Aydınlar ve İzm’in bu ilk bölümü, özellikle ve mutlaka Sabri Ülgener’in iktisadî gelişimi etkileyen zihnî süreçleri konu alan eserlerine ilgi duyan okuyucularca dikkate alınmalıdır. Ve, tabiî Ülgener okumalarına bu eser ile başlayanlar da yazarın nereden hangi sonuçlara vardığını anlamak için yukarıda sayılan diğer çalışmaları da ihmal etmemeliler.

 

2. Aydınlar

Kitabın belki de en fazla ilgi çeken bölümüne geliyoruz; aydınların Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamı içinde oynadıkları role ilişkin değerlendirmelere. Ülgener, öncelikle tarih boyunca aydınların toplum içindeki yerlerinin ya gereğinden fazla abartıldığını ya da olduğundan daha önemsiz görüldüğünü söyler. Aydınların belli başlı vazifeleri: “Kültür değişimine öncelik etmek; değişeni daha popüler ve yaygın hale getirmek; yeni bir zevkin ve üslûbun öncülüğünü sürdürmek; halkın politik, sosyal tercihlerini etkilemek”tir, Ülgener’e göre (s. 91). Aydınlar belirli bir sınıf oluşturmadıklarına göre bunları kategorize etmek için kullanılacak en genel özellikler ise şu şekilde ortaya çıkar: “Fikrî-entelektüel vasıfları ile, çoğu zaman tenkit ve oppozisyon biçiminde, ses ve söz sahibi olmayı statülerinin vazgeçilmez  misyonu sayan bir grup!” (s. 92-93). Bu ifade aslında Ülgener’in aydınlara yönelik eleştirilerinin da hareket noktası olacaktır. Toplum içinde “ses ve söz sahibi olmak” arayışı, bir süre sonra aydının kendisini toplumunun üzerine yerleştirmesini beraberinde getirir; üstüne üstlük bunu soyutlamalar ve semboller aracılığıyla yapacaktır, aydın ve böylece kendi ayrıcalığını yaşama hissini tadacaktır. Yazar, buradan Türk aydını üzerindeki eleştirilerine geçer.

Ülgener, Türk aydınına yüzeysellikten Türk toplumunu yeterince tanımamaya dek pek çok eleştiri yöneltir; bir bakıma aydınları içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmakla suçlar. Ona göre çağımız aydını yaşanan toplumsal ve siyasal sorunların sorumluluğunu kapitalizme ihale ederek “anti-kapitalizmi” temel bir çıkış noktası olarak görür. Bu açıdan dünyanın diğer pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de aydın, “formasyonu ve maddî şartları bakımından ters kanatta olmadığı halde [kapitalizme] karşıdır ve karşı olmayı entelektüelliğin gereği ve belki ön şartı saymaktadır.” (s. 111). Bu peşin muhalefetin Ülgener’in deyimiyle, “basit”, basit olduğu için kolaylıkla gözden kaçırılan başlıca sebebi, kapitalizmin “bugüne kadar bilinen sistemler arasında en kolay vurulabilir [başka bir ifadeyle] saldırı riski ve maliyeti en az olanı” (s. 112) durumunda bulunmasıdır. Gerçi Ülgener, kapitalizmin ilk ortaya çıktığı günden çağımıza değin pek çok sorun ürettiğini, gelir dağılımındaki dengesizliklerin neden olduğu adaletsizlikleri kabul eder; ancak, kapitalizmin insanlara için yarattığı eğitimin kitleselleşmesi, bir bütün olarak insanlığın refahının yükselmesi gibi imkanları hatırlatarak hakkının da teslim edilmesini ister. 

Ülgener’e göre, aydınların Marxizm’e gösterdiği teveccühün altında bu ideolojinin doktriner yüzü ve netliği yatar. Bu açıdan “bilimsel sosyalizm”in sunduğu reçeteler aydınlara toplumsal ve siyasal sorunlara ilişkin sorunların yanıtlarını verecek; bir bakıma işlerini kolaylaştıracaktır. Kendi ifadesiyle,

“Marksist gözlükle dünyaya bakan, her kapıyı açabilecek iyi kötü bir ‘tarihî maddecilik’ anahtarını cebinde taşıyor demektir (…) Üretim ilişkileri, sınıf çatışması, emperyalist güçler vs. Bu ve benzeri etken ve âletleri kullanarak Marksist aydının çözümleyemeyeceği bir olay yoktur.” (s. 118).

Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere, Ülgener’in eleştirilerinin temelinde aydınların Marxizm’in sunduğu teorik araçlardan yararlanarak kolaycı çözüm ve yargılara varması bulunur. Bunun yanında Ülgener, dönemde Marxist aydınların derinlikli ve kapsamlı fikrî tartışmalara girmek yerine öfke ve hırçınlık üzerinde şekillenen, argo bir dil kullandıklarını; karşıt fikirde olanlarla ciddi entelektüel hesaplaşmalardan kaçıp onları suçlamayı ve aşağılamayı tercih ettiklerini savunur. Bu durum, düşünce aracılığıyla belirli bir sonuca ulaşılmasını daha en baştan engeller.

Ülgener, Türk aydınının yaşadığı topluma yabancılaşma bakımından Batılı aydına göre birkaç adım daha ileride olduğunu da savunacaktır. Zira Türk aydını, bürokratik makamları işgal etmiş ve devlet eliyle yürütülen modernleşme projesinin lokomotifi görüntüsü almıştır. Böylece devlet iktidarını kullanmanın getirdiği üstünlük duygusu, aydınların iyice otoriterleşmesine neden olmuştur (s. 102). Demokratikleşme süreci, siyasal otoriteye yaslanan “devletli aydın”ın bu gücünü kırmaya başlamışken sol entelektüel bu boşluğu doldurmuş ve böylece aydınla toplum arasındaki köprüler daha tam inşa edilemeden yıkılmıştır. Hatta aydınlar, kendi ihtirasları uğrunda “yığının yakasını bırakmayı asla düşünmemiştir.” (s. 132). Kültürel hegemonyalarının ortadan kalkacağı endişesiyle aydınlar, aslında fikirlerini özgürce seslendirmelerini sağlayacak bir ortam yaratan demokrasiden bile rahatsızlık duymaya başlayacaklardır. 

 

3. İzm’ler

İzm’lerden kaynaklanan ideolojik fikir ayrılıklarının sokak çatışmalarına vardığı, herhangi bir görüşü ifade etmek için şiddetin artık neredeyse tek meşrû yol olarak görüldüğü bir devirde, ‘70’lerin sonlarında, Ülgener, “hazır klişelerin bir yerde hem ‘imalatçı’sı, hem de tutsağı” olduğumuzu söyleyecektir. İnsanların kendi biçimlendirdikleri basmakalıp fikirleri mutlak ve değişmez birer “gerçek” hâline getirmelerinden, “gövde yerine gölgeler üzerinde” kavga yürütülmesinden yakınır Ülgener (s. 216) ve  derinlemesine inmeyen yüzeysel bilgilerin, değişmez kalıpların fikir hayatının özgürce gelişmesinin önünde engel olduğunu söyler. “Slogan, aslında, bir savaş narası, bir hücum çığlığı demek!” (s. 221) cümlesiyle fikirlerin sloganlar aracılığıyla ifade edilmesine, daha doğrusu atılan sloganların içerdiği sözlerin birer fikir sanılmasına karşı çıkar. “Hazır klişelerin zaman aşımına ve aşındırmasına gerçek gövdelerden daha fazla bir direnme gücü olmalı” lafzıyla fikrî gündemi belirleyen sloganların zamana karşı bir direnme gücüne de sahip olduklarını savunur (s. 223).

Ülgener’e göre sosyal bilimlerin sloganlara bu denli açık olması, doğa bilimlerinin aksine kullanılan kavramların gündelik dilde de meram anlatmakta yararlanılan sözcüklerle cümleler olmasıdır. Bu nedenle esasında sosyal bilimlerin malı olan kavramlar, carî politika ile ilgilenenler tarafından içleri boşaltılarak kullanılır. Söz konusu keyfîlik, sahip olunan kavram setinin ideolojilere ardında anlaşılmaz gerçekler yatan muğlak ifadeler kullanabilme imkanı sunar ve dolayısıyla belirli bir hareket özgürlüğü tanır. Böylesi bir kullanım, kavramların içini boşalttığı gibi asıl anlamlarını bilmeyi bile talî bir mesele hâline getirecektir. Kaldı ki kavramlar bir kez ortaya atıldıktan sonra ilelebet aynı anlamları taşımazlar; anlam ve içeriklerinde zaman içinde değişiklikler olur.

Bunlar göz önünde bulundurulduğunda Ülgener, geriye kalanın yalnızca izm’lerin arkasına saklanan klişeler olduğunu söyleyecektir. “Komünizm, kapitalizm, faşizm vs. Yine hangi tarafın gözlüğü ile bakıyorsanız, sizinki kurtarıcı, karşıdaki kana susamış, bir heyûlâ, bir canavar!” (s. 231). Ülgener’in varmak istediği sonuç bellidir: Gerçeği aramak yerine kendini haklı kılmak ya da diğerine her koşulda karşı çıkmada birer araç olarak kullanıldığı takdirde ideolojiler siyasal sorunları çözme açısından hiçbir anlam taşımaz. Zaten ideolojilerin tabanı ve dayandıkları öncüller zaman içinde önemli ölçüde değişmiştir. Bundan dolayı “Kavgayı sürdüren sadece boş kalıplar ve klişeler!”dir (s. 237-238). Öyle ki;

“İzm’li gövde ve klişelerimizde de olup biten başka türlü değildir. İster kapitalizm, ister tam zıddı olarak sosyalizm göz önüne alınsın; her ikisinin de sonunda alın yazısı aynı olmuştur: İkisinde de muhtevâ zenginliği süratle ve mirasyedice tüketildikten sonra düz ve sığ kafalarda sadece dış ve kaba göstergelere takılı birkaç ilkel çizginin oluşturduğu birer kalıptan başka bir şey kalmamıştır.” (s. 245).

Tüm bu karmaşa sözcük ve terimlerle “sorumsuzca ve rastgele” oynanmasından kaynaklanır (s. 246). Tarihsel süreç içinde hangi ideolojiye dayanırlarsa dayansınlar tüm sistemler önemli  dönüşümler geçirmiştir. Örneğin kapitalist bir devlet, teorik açıdan “pure” kapitalist uygulamalar takip edemez; bunun yerine kendi iç yapısından kaynaklanan, özgün koşulları doğrultusunda farklı ideolojik bileşenlerden oluşan siyasalar izler. “Aslında ne bugünkü çehresi ile kapitalizm 19. yüzyılın o bildiğimiz su katılmamış kapitalizmidir; ne de sosyalizm tarifi ve ölçüleri bilinen sosyalizmin tıpatıp aynıdır.” (s. 247). Dolayısıyla “muhtevaları çoktan uçup gittiği” halde uğrunda vuruşulan yanılsamalar kalmıştır geride.

Bitirirken

Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, en başta da söylediğimiz gibi, Ülgener’in muhtemelen en fazla okunan ve en “popüler” kitabıdır. Eserin en büyük yararı, çoğu fakülte dergilerinde yayımlanmış, dolayısıyla sınırlı bir kitlenin haberdar olabileceği makalelerin geniş kesimlere ulaşmasını sağlamasıdır. Öte yandan söz konusu popülerliğin oldukça haklı temelleri olduğunu da ifade etmek zorundayız. Zira bu çalışma, Ülgener’in entelektüel hasletlerinin ve ülke sorunlarına duyarlılığının kısa bir yansıması olarak görülebilir. Özellikle aydınlara ve ideolojilerin kazandığı görünüme yönelik tespitleri, kitabın yayımlanmasından sonra pek çok isim tarafından iktibas edilmiştir. Ancak kitap, bundan çok daha fazla bir anlam taşır. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler aracılığıyla ülke aydınlarını adeta bir entelektüel iç hesaplaşmaya davet eder.  Bu çağrıların yankı bulması ise ancak, Ülgener’in yakındığı zihnî kalıpların ve önyargıların yıkılmasıyla mümkün olacaktır.



[1] Biz burada kitabın son dönemde yayımlanan yeni bir baskısını kullanacağız. Bkz. Sabri F. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Der Yay., İstanbul, 2006.

Yazarın Son Makaleleri

Sosyal Ağlarda Paylaş

Twitter Facebook Google+ E-mail

Kategoriler

Son Yazılar