Türk solu ve İslamcılığı
Türk soluyla İslamcılığın benzeşme noktaları vardı bir zamanlar. Sol sosyalizmin evrensel olduğunu ifade ediyordu. İslamcılar da İslam’dan çok İslamcılığı evrensel algılama niyetindeydiler.
Solun sloganları vardı; İslamcıların ayetleri, hadisleri. Sol sınırları saymıyordu;
“Enternasyonalin” şakındığı her yer vatan olabilirdi. İslamcılık için ise vatan, çetrefilli bir konu oldu. Kâh “vatan sevgisi imandan” oldu. Kâh kıbleyi tespit ettiği ve seccadesini koyabildiği yer vatan oldu.
12 Eylül öncesinde 100’den fazla “sosyalizm” vardı Türkiye’de. Solculuğun, bir adı “Anadolu Sosyalizmi idi. Hepsi de birbiriyle kavgalı idi, malum. Belki problem solcuğunun adı dışında pek fazla yerli argümanı olmamasıydı. Kimisi Leninci, kimi Maocu, kimi Stalinci, kimisi bilimsel sosyalist idiler. Fourier’i bilen hemen hiç yoktu. Marks’ın çıkış noktalarını idrak etmek değil vardığı sonuçlara biat etmekti asıl mesele.
Solculuk yerli dinamikler ve problemlerin halline eğilmedi. Başka ülkelerde sosyalizmin muhatap olduğu problemlerin benzerlerini Türkiye’de aramak şeklinde gelişti. Ve Sosyalizmin esas temeli olan madde tabanlı sınıf çatışması esasını değil, kültürel çatışma temeline oturan bir mantığı oluştu solcuların. Marks toplumlarda kapitalizmin getirdiği iktisadi ve psikolojik çatışmaları incelerken bunun tarihi kökenlerine girdi Engels ile. Esas inceleme sahaları 19. asır kapitalist yapıları idi. Aileyi incelediler, üretim ve dağıtım araçlarının rollerini irdelediler daha çok.
Türk sosyalistleri ise “takiyye” yaparak “din afyondur” tezini Marks’ın tek fikri gibi anlattılar. Meseleye sadece kültürel bir anlamda yaklaştılar. Tarih ise, ikiye ayrılmak suretiyle bir Çarlık Rusya'sı ve Bolşevik Devrimi sonrası ikilemi içinde algılandı. Hâlbuki ne Osmanlı Çarlıktı nede Mustafa Kemal Bolşevik Devrimi yapmıştı. Aslında bu Avrupa’da sosyalizmin ergenlik sivilcelerinin Türkiye’ye sirayet etmesiydi. Öte yandan solcular, sıklıkla ana babalarının hacı hoca olmalarını vurguladılar ki takke altındaki kel çıkamasındı açığa.
Dahası solculuğun kaynakları çoğu zaten ekonomik sınıf olarak zaten “burjuva” sınıfı ve bazen devlet beslemeli oligarşik unsurlardı. Alana sürülenler ise, Anadolu çocuklarıydı. Gelirleri, eğitim seviyeleri, devlet kanallarıyla ilişkileri iyiydi (hadlerini aşmadıkları sürece!). Tanzimat’tan itibaren gelişen tepki nüvelerinden biriydi Türk solu. Fransa ve Fransızcaya çevrilen sosyalist eserlerin etkisi, daha önceki “geri kalmanın arkasındaki temel unsurlar ne? ” tarihi açıdan yani diyakronik olarak değil aktüel yani eşzamanlı mantıkla incelendi.
Hâlbuki Marks’ın esas çıkış noktası Hegel’in tarih felsefesini tersine çevirmek ya da kendine yontmak şeklinde idi. “Terakki” tezleriyle bir ittihat tarzı ile birleşen bir anlayıştı. Halka rağmen, halk için ve halkın yararına... İsmet İnönü döneminde CHP ile özdeş ve kutsal oldu. “Militan” ve “teorik” olarak da ayrışıyorlardı demokratik döneme geçildikten beri. Bir aralar ve hala var olan Kemalist sol ve sol söylemli İslam da cabasıydı. Ama hepsindeki genel maraz yerli olmamaları, olamamalarıydı. Zaten çoğu çeviri kitaplardan aktarılan, aktarılırken "Türkiye şartlarına" uydurulan mahiyette kırpılan pasajlar, sansürlenen yaklaşımları vardı.
Baştan sona Marks’ı okuyup anlayan ne Marksist ne de Anti-Marksist olduğunu sanmıyorum Türkiye de. Hele hele onun hangi dinamiklerden yola çıkarak, hangi temellere fikirlerini dayandığı, "ezilmişlik" hissinin arkasına kendi kültürel ve şahsi sıkıntılarını eklemlemesini...
Aynı şekilde İslamcılar da hep çeviriye dayalı bir kültürle, demokratikleşme sonrası dönemde Mısırdan, Hindistan ve Pakistan’dan ve onların yerel türevlerinden aldılar İslamcılık modellerini. Çok azı da İran'dan geldi. Ayetler bazen slogan oldu, bazen de müsekkin. Derdin nerede yattığını tam çözemedi. Çareyi dertte aramak ekolüne dönüştü bir Arabesk tarzda. Dinlediler dertlendiler, dertlendi yine dinlediler. Derdin kuldan mı, Allah'tan mı geldiğine bakmadan, ama insanla olan meseleyi insanla, Allah ile olan meseleyi insanla çözmek yerine, Allah ile olanı kula bırakıp, insanla olan meseleyi Allah'a havale ederek. Genelde birbirlerine çelme atıp, seksek oynayarak.
Bazı modellerde İslami geri kalmışlık, Müslümanları her gelen ve fakat karşı duramadıkları fikre karşı gösterge çizelgesi olarak İslam’ı değil, o fikirleri kullanmak şeklinde tezahür etti. İslami sosyalizm vs. modelleri böyle idi. Ayrıca teorik altyapı ve dinamikleri sosyalizmden, ama destekleri İslam’dan olan bir mantık geliştirildi. Bunun önceki modeli “İslami pozitivizm”, sonraki “İslami demokrasi”, “İslami liberalizm” ve kapitalizm şeklinde çıktı. Yakında “İslami küreselcilik” olacak.
Fakat temelde bu biyolojik olarak kendi başına yaşayamayan unsurların parazitik yaşama modeline benziyordu. Sosyal Darvinizme yürekten inanmış bir akideyi barındırıyordu. Ve bu uygulamaların arkasında yatan güya İslam’ı ayakta tutmak, yaşatmak mantığı idi. Bir ara da “İslami milliyetçilik” oldu türevi ve hedefi İslami anti-milliyetçilik idi. Ve her defasında ancak bir savunma psikoloji ve refleksi ve ancak antitetik bir dinamiği oldu. Her antitez ise ancak tez+1 modelini getirir. Geliştirilen antitezler tezin çerçevesinden çıkamadı.
Dün böyle idi, bugün de farklı değil. Sonunda İslam da sosyalizm de ancak yanına bir şeyler eklenince anlamlanan unsurlar haline geldi. Kökü kültürün öz dinamiklerinden çıkmayan hiçbir çarenin çare olacağını sanmıyorum. Bir de farklı grupları eksiklerini oturup “adam gibi” konuşarak halletmeleri yerine, açık arama ta ya da “al papazı ver kızı” mantığı ile ne solcular ne İslamcıların ve milliyetçi tezlerin yaşaması mümkün değil.
Ondan çevir bundan çevir derken, kıvıra kıvıra yaşamak her kesimde adeta bir huy oldu. Herkes ve kesim kendi yüzü ile çıkıp, kendi çarelerini ortaya koymalı ve bir konuşmayı, dinlemeyi öğrenmeli. Tenkidi bir şifa bilip, düşmanlık saymadan, dinli ise diniyle, dinsiz ise dinsizliğiyle çıkmalı ortaya ve her ikisinin de sosyolojik manada tezleri olmalı.
Kökü merkezde, ama dalları dünyaya açık, ama dünyaya kompleks duymayan. Uymak için değil, uydurmak için değil birlikte yaşamak ve anlaşmak temelinde. Paralının da parasızın da, dinlinin de dinsizin de, cahilin de âlimin de yaşama hakları olduğunu bilerek. Eğmeden bükmeden, eğilmeden, bükülmeden. Apoletsiz, takiyyesiz, silahsız ve her şeyden öte komplekssiz insanlar olarak. Siyasal sağ 12 Eylül sonrası kendi içinde muhasebesini iyi kötü yaptı. Sol buna belki yeni yeni geliyor. Ama kendilerini hem mazlum, hem hâkim ve mütehakkim gördükleri için buna yeterince yaklaşmadılar. Şekil değiştirdi.
Aslında, küresel kapitalizm herkesi ezdi geçti. Onlar da mesela holdinglerle çok iyiler, Amerika’yı da en az diğerleri kadar seviyorlar. Amerika kapılarını açsa, bu ülkede kim kalır sorusuna verilecek bir cevap da hem nerede olduğumuz hem de ne denli samimi olduğumuza verilmiş cevap bence.
Cennet bir ülkeyi hem kendimize hem başkalarına cehennem edip “başkalarına” peşkeş çekmekten öte arzumuz, argümanımız, beynimiz, yüreğimiz ve hedefimiz mi var? Şikâyetler yanlışlıklardan mı, yanlışlıkların sağladığı çıkarlar bize akmadığı için mi diye de bir sormak gerekiyor. Sahi özel hayatımızla halka açık hayatımız arasında santimler mi, “miller” mi var?
Tanzimat neslini kınamaya kimin hakkı var?
Türk solu ve İslamcılığı sonunda küresel vahdet içinde tevhide ram oldular; In Globalizm we trust.Hadi, kendimizi bari kandırmayalım!
Metin Boşnak - Haber 7 06 Temmuz 2011