Prf.Dr. Mehmet Altan'ın "Tasavvuf Protestanlığın Muhalifi" Görüşleri Üzerine
Sayın Prf. Dr. Mehmet Altan Bey’in 13 Kasım 2011 de Star gazetesinde yukarıdaki başlıklı Osmanlı girişimci ruhunun Protestanlığın dünyacılığı gibi bir etkiye sahip olmadığı yönünde bir yazı yazmış olması, bu konuda Türkiye’nin başta akademik dünyası olmak üzere sosyal bilimcilerin özgün bakış merkezli açıklamaya ihtiyaç duyulduğunu ortaya çıkarmıştır.
Biz de bu yazımızda Sayın Mehmet Altan Bey’in söyledikleri üzerinden hareketle;
Türkiye’nin özgün sosyal bilim anlayışına göre din(İslam)-ekonomi- girişimcilik-toplum ilişkisinin zihniyet temellerini ortaya koyarak, bu konularda Osmanlı Cihan Devletindeki durumunun Protestan girişimcilik gelişim modellemesi ile açıklanmasının mümkün olmadığını, apayrı zihniyet dünyalarının bulunduğuna, bu zihniyet dünyalarına göre her birini kendi özgünlüğü içerisinde ele almanın bilimsel düşünüş olduğu söylenebilir. Bu çalışmada Batı Protestan zihniyetine ve onun pozitivist merkezli kavramsal çerçevesini merkeze alıp buna göre başta Osmanlı sanayi ve girişimcilik zihniyetini ele alıp eleştirmenin ne anlama geldiği konuları üzerine özgün bakışlı değerlendirilmelerde bulunulacaktır.
Öncelikle belirtmekte yarar olduğunu düşündüğümüz bir konu şudur : Bu meseleye yani Osmanlı İslami inanç sistemini tasavvuf modellemesi çerçevesinde, ekonomi, sanayi, sermaye, girişimcilik konularının birbirlerini etkileyen boyutunu, modernleşmiş Batı’nın 19.yüzyıl hakim pozitivist paradigmasının zihniyet temelleri üzerine inşa edilmiş liberal teori-kapitalist sistem ilişki ekseni üzerinden anlamaya çalışmak , bu ilkelere göre Osmanlı’nın sanayi-din-girişimcilik ve sermaye birikimi konularını değerlendirmek bilimsel bir yaklaşım ortaya koymaktan uzaktır. Çünkü bu tür bakış açısını, Türk üniversitesi ve onun pozitivist sosyal düşünce mantalitesine göre eğitilmiş olan modernist aydın tipolojisi taşımaktadır. Bu aydın tipolojisinin en önemli özelliklerinden birisi, öncelikle sosyal bilimler açısından “kültürel izafilik” konusunu dikkate almaksızın hâkim pozitivist-modernleşme söyleminin tek merkezli Batı paradigmasının sosyal düşünce yöntemine göre bir akademik bakış açısına hâkim olması oluşturmaktadır. Böylesi bir yaklaşımın objektif olmaktan ziyade sadece pozitivist liberal-kapitalist gelişme dinamiklerine göre; Batı dışı toplumları, eşyayı, kâinatı, insan unsurunu değerlendirmeye alması temelde bu tür aydının bilimsel hata içermesine yol açan değerlendirmelerde bulunmasına yol açmıştır.
Bu konuda yanlış, hatalı analiz yapılmaya iten bir diğer nokta ise, aydınların sadece pozitivist sosyal bilim metodolojisine göre eğitilmeleri ve bu metodolojinin anti –pozitivist özellikler taşıyan toplumları hatalı kurgu ile ve zihniyet içeriği farklı kavramsal çerçeveyle doğrulamacı bakışlı değerlendirmelerinden kaynaklandığı söylenebilir. Özellikle pozitivist-liberal-kapitalist metodolojiye göre zihni kavramsal çerçevesi oluşmuş aydın kitlesinin anti-pozitivist özellikleri(metafizik, tasavvuf) güçlü olan toplumları değerlendirmelerinde yetersiz bir analiz gücü ve buna dayalı hatalı toplum okumalarına yol açan kavramsallaştırmalara yönelerek, sosyal düşüncedeki kaosun oluşmasında da sorumlulukları bulunmakta olduğu söylenebilir.
Bu teorik eleştir noktalarından sonra Protestanlık zihniyet ilkelerinden hareketle Osmanlı tasavvuf zihniyeti girişimcilik ruhunu anlamanın eksiklik oluşturan noktalarını belirtmeye geçebiliriz.
Osmanlı Cihan Devletinin hakim toplumsal kurumu dindir. Bütün sosyal, ekonomik, siyasal parametrelerin ana vurgusu dini hükümlerin önderliğinde şekillenmiştir. Oysa Batı kapitalist toplum yapısında 16.yüzyılda Calvinist Protestanlaşma, 17.yüzyıl sonlarına doğru aydınlanma sürecinin Hıristiyanlığa karşı zihinsel başkaldırısı sonucu, 19.yüzyıl Pozitivist modernleşme, ekonomi merkezli bir sosyal, siyasal, kültürel ve inanç boyutunda etkili olan yeni bir toplum tipini ortaya çıkarmıştır.
Batı Avrupa’da Hıristiyan vahiy kültürüne karşı bu yeni pozitivist toplum ekonomi merkezlidir. Toplumun bütün kurumları ekonomiyi merkeze alan bir çerçevede onun etrafında ona hizmet eder şekilde kurgulanmıştır. İşte Batı’da dinin Protestanlık mezhebi böylesi bir seküler, materyalist değerlerin rasyonalist -dini formatına göre şekillenen bir toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Pozitivizm, sekülarizm, dualite, liberalizm, kapitalist sistem ekonomi merkezli toplumun, dünyevileşmiş, materyalistleşmiş insan tipolojisinin ve zihniyet dünyasının oluşmasına imkân vermiştir. Modern Batı’da buna yönelik sosyal düşünce dünyasının kavramsal çerçevesi de böylece oluşmuştur. Oysa Osmanlı toplumunda Batı’dan taban tabana zıt olan bütüncül/birlikçi sosyal düşünce anlayışına göre, din merkez kurum olduğundan toplumsal kurumlardan olan ekonomi de dinin emrine göre biçim alır. Batı’da ise bunun tam tersi din, ekonominin emrine girerek kendisini kar maksimizasyonu, homo-economicius kurgusuna göre şekillendirir. Buna göre Calvinist Protestan’lık ilkelerinin etkisi tabii sonucu olarak din, ekonomiye hizmet eder ve dünyacılaştırılan edilgen din anlayışı ile seküler materyalist bir dünyada maddi alanda zenginliği kutsayan bir ekonomik güç ortaya çıkar. Buna karşın Osmanlı toplumunda tasavvuf ise dinin güzel ahlakından hareketle ekonomik sömürünün önüne geçen ona yön verir. Bu anlayışla tasavvuf, hem dünyada başarılı/zengin olmayı hem de bu başarıdan dolayı öte dünyada cennete kavuşmanın yolunu açabilen yüksek sosyalleşmiş insanı ve “toplumsal birliği” oluşturan sosyal yapı örgüsüyle dinamik bir olgu olarak etkin bir fonksiyon taşımaktadır. Buna göre öncelikle her iki toplum birbirlerine göre izafilik taşımakta olduğu fark edilmesi gerekmektedir. Bu noktada ise bilimin, aynı anda(eş zamanlar çerçevesinde) ikili mukayeseli analizi yaparak bu farklılıkları ortaya koyması beklenir. Fakat Batı kapitalist gelişmesini sağlayan kavramsal çerçeve ve toplumsal gelişme dinamiklerini merkeze alıp, Osmanlı toplumunu buna göre uyup- uymaması şeklinde değerlendirildiğinde ise hem zaman ve zihniyet farklılığı hem de sosyo-kültürel farklılıkları dikkate almamadan dolayı ortaya konan bilginin de, bilimsel olmaktan oldukça uzakta olduğu görülür. Böylece bu türden açıklamalar bilim adı altında ama kullanıldığı biçimiyle ancak ideolojik seviyede kalabilmektedir.
Türkiye’de sosyal bilimlerin pozitivist, liberal merkezli bir kavramsallaştırma çerçevesinde yapılması tek doğrunun modern Batı sosyal bilimiymiş gibi sunulması, aydınları özgün Türk toplumunun sosyal bilim zihniyetine göre fakir bırakılması hattı zatında Türk sosyal bilimcisini bilim adamı kisvesinde ama ideolojik bir çerçeveye taşınmasına neden olmaktadır. Bu etkinin yanında söz konusu aydın tipinin sosyal ve ekonomik süreçleri genellikle hatalı okumasına ve Türk toplumun yerel unsurları ile kendi arasına mesafe /yabancılaşma konulmasına yol açtığı söylenebilir. Bu ve benzeri meselelerde bilim adına Batı merkezli bakış, Türk sosyal biliminin günümüz sorunlarını analiz etmede zafiyetini ortaya çıkardığı gibi, buna bağlı geleceği tasarlamadaki öngörü yeteneğinin de seviyesini ortaya çıkarmaktadır. Bu teorik açıklamalardan sonrasında konunun temel öncüllerinin tenkitine yönelinebilinir.
Prf.Dr.Mehmet Altan Bey yazısında
“Avrupa, 16’ncı yüzyıldan itibaren sanayileşmenin ve kapitalistleşmenin sosyo-politik alt yapısını iyice oluşturmaya başlamıştı...
Bunun da zihinsel temelini Protestanlık, özellikle de Kalvenizm sağladı.
Hâlbuki Osmanlı-Türk insanı girişimci ve kapitalist bir anlayışa sahip olamamış, geçici bir dünyada yaşanıldığına inanan kanaatkâr bir insan olarak kalmıştı,
Batı dünyası Kalvenizm ile dindar insanı iş ve meslek adamı olarak ekonomik düzleme taşımış, sağlıklı bir iş organizasyonu kurmuşken; Osmanlı İmparatorluğu’nda din ile ekonomik düzlem arasında, Müslüman girişimcinin dinini ekonomiye taşıdığı bir din yorumu mümkün olmamıştı... İleriye dönük bir iktisadi faaliyeti, yarını düşünme ve geleceği inşa kaygısı da olmamıştı... Etkin kader anlayışı, sadece insanın iradesini değil, çalışmanın değerini de anlamsız kılmış, ilahi takdire boyun eğmeyi mutlak hale getirmişti. Osmanlı, ekonomik hayata ilgisiz kalmış ve dinine gösterdiği ilgiyi ekonomik hayata yansıtamamıştı. Batı’da din ve özellikle Protestanlık, Kapitalizm’in önünü açarken, Osmanlı’da din neden bu gelişmenin önünü kesti?“açıklamasında konuyu ele alıştaki temel bakış açısının Batı pozitivist sosyal bilim merkezli(ekonomiyi merkeze alan, dini, ekonominin emrine veren salt rasyoanlist bakışlı)olduğu, Osmanlı’nın girişimcilik ve sanayi gelişiminin olmamasının kanaatkârlıktan dolayı seküler birmantığa ve kapitalist zihniyete sahip olmamasına bağlamıştır.
Osmanlı Devleti başta ticari kapitalist gelişmeye yönelik anlayışların insan onur ve haysiyetine ters olduğu için böylesi bir merkantilist, kapitalist zihniyeti beğenmediği gibi elinin tersiyle itmiş ve bunun gelişmesini de gücünün yettiğince engelleyip gecikmesini sağlamıştır. Çünkü Osmanlı devleti, ekonomi tekelciliğine sahip olma merkezli değil, insan merkezli olduğu için her sömürü içeren tekelleşme ve bu yöndeki sermaye hareketinin karşısında müdahil olmuştur. Onun için “güç” ve “korku” yerine “adalet ve sevgi” sosyo-kültürel foksiyonundan dolayı adeta “gel bizi de yönet” çağrılarıyla karşılaşmıştır.
Osmanlı toplumu din merkezli bir sosyal yapıya sahiptir. Din ise iki günü birbirine eşit olan aldanmıştır, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hemen ölecekmiş gibi ahirete hazırlanmayı emretmiş olduğundan din-ekonomi-toplum ilişkisi özellikle tasavvufi anlamda son derede dinamik olan toplum ve insan tipini inşa etmiştir. Tasavvufun zaten böyle insanı ve toplumu dinamikleştirci bir “ideal aklı” ,eğitim yoluyla bu unsurlara aktaran niteliğe sahip yönü bulunmkatadır. Değişim de bu dinamik, ideal akıl yoluyla ortaya çıkmaktadır.
Kanaatkarlık zihniyeti ise merkez olan din kurumu çerçevesinde miskinlik, az ile yetinme, günü kurtarma ve dünyadan uzaklaşma zihniyeti olarak ele almak, hatalı bir değerlendirme olarak karşımıza çıkar. Çünkü bu sistemin özüne göre kanaatkârlık sadece “karnını doyurana kadar çalış ve günü kurtar, gerisi Allah kerim” şeklinde değil, tekel karına sahip olmaktan uzaklaşmayı içeren ama son gücüne kadar üretmeyi hedefleyen bunu da hırs mantığı ile değil “azim li olma” idraki ile gerçekleştirmeyi ifade eder bir mahiyet taşır. Böylece tasavvufun ortaya koyduğu “kanaatkârlık anlayışı” tekelleşmeden ihtiras ve hırsa kapılmadan ama azim ile bütün imkânları kullanarak üretip bu üretilene razı olma ve buna şükredebilmeyi ifade etmektedir. Bu kanaatkârlık zihniyetinin özünde bireyselleşmenin, egoizmin önünü tıkama bulunmaktadır. Yoksa üretime, çalışmaya sınır koyma az ile yetinme yoktur. Tasavvuf ahlakı temelde insana gücünün ve bilgisinin son sınırına kadar kullanarak dünyada başarılı olmayı öğretirken tüketimde kanaatkâr olmayı yani sadece ihtiyacı kadar tüketmeyi ifade eder. Ancak üretimde ise günün teknik şartlarını en son sürümünü kullanabilecek bir kapasiteyi oluşturarak, olabildiğine üretmeyi de benimser. Bu tasavvuf zihniyeti, miskin kanaatkâr insan görünümü /görüntüsü çizmemektedir. Bundan dolayı tasavvufun özüne uygun modellemelere gidildiğinde en olumsuz koşullarda dahi başarı sağlanmıştır. Bunu tarihi-kültürel sosyo-politik örneklerle daha açık görebiliriz.
Bu konuda güçlü devlet geleneği olan Bizans’tan Alp-eren tasavvufi insan tiplerinin Anadolu’yu vatanlaştırmaları, Osmanlı’nın kuruluşunda Ahi Şeyhi Edebalı’nın kurucu rolü, 28 Şubat sürecinde bir yönüyle Anadolu sermayesinin jakobenizme karşı taşıdı toplumsal değişmeci rol, tasavvufun insanı ve toplumu dinamikleştirici etkisine bağlı olarak toplumsal aktivasyonu artırıcı yönde gelişmiş olduğu söylenebilir.
Öte yandan Ülgener Hoca kanatkarlık konusu ele alırken bunu özellikle Osmanlı’nın “inhitat” dönemindeki anlayışını “yeni ortaçağlaşma” vurgusu ile ifade eder. Ülgener, bu inhitat dönemi kanaatkârlık anlayışını, 15, 16 yüzyılda tasavvufi toplum sisteminin dinamiklerinin en iyi şekilde uygulandığı ve bunun sonucunda bir dünya sisteminin kurulduğu dönemi kastetmez. Osmanlı sistemi 17.yüzyılın ilk çeyreğinden sonra yavaş yavaş din-ekonomi-toplum dengesine bozulmaya başladıktan sonra inhitat sürecine girmiş, böylece kanaatkârlık zihniyeti bu sosyolojik çözülme sürecine bağlı olarak yanlış yorumlanmaya başlamıştır. Bu konuda “bir lokma bir hırka “ anlayışı da Batı paradigması ekseninde hatalı ele alınarak bu hataya dayalı analizler yapıla gelmiştir. Osmanlı toplumu bir ticaret toplumudur. Hz Peygamber’in girişimci olması, risk alması, yeni yerleri ve yeni toplumları ticaret ve girişimcilik vasıtasıyla görerek yeni bir din anlayışının sözcülüğünü yapmaya hazırlanması, bu geleneği devam ettirme bağlamında Ahi ve aynı zamanda ehl-i tasavvuf olan Ahmet Yesevi’nin alp- eren dervişlerinin ahilik kurumu ile Anadolu’yu siyasi olarak çevrelemeleri, sonrasında Şeyh Edebali’nin ahi-girişimci ve tasavvuf erbabı olarak siyasal bir sistemi kurmadaki rehberliği, orta çap bir devletten İmparatorluk sürecine Fatih ile giren Osmanlı’nın ekonomisine yeni bir bölüşüm yaklaşımı hemen öncesi dönemde sunan Ahi, ehl-i tasavvuf Hacı Bayramı Veli gibi örnekler, Osmanlı sisteminde, tasavvufun girişimcilik zihniyetini ve kültürünü geliştirdiği görülür. Bu tasavvufi sosyolojik etki aynı zamanda son derece önem verilen dünya hayatında ise ekonomik tekelleşme ve sömürüye yol açabilen sermaye birikimine ve girişimci modeline karşı çıkılmayı da beraberinde getirmiştir. Hatta bizzat devlet, girişimcilerin tekelleşmesine yol açmayacak kadar bir sermaye birikimine müsaade etmiştir. Girşimcinin sömürüye yönelme tehdine karşı müdahele bu noktadan sonra gelmiştir. Çünkü tekelleci girşimcilik toplumsal dengeyi gelir dağılımı bozucu bir etkiyi ortaya çıkarma tehlikesi bulunmaktadır. Osmanlı Devleti sömürü ve insan onuruna yakışmayan yönlerinden dolayı tekelleşmeye yol açan sermaye birikim modelini ve girişimci tipolojisini de red etmiştir. Bütün bunlardan dolayı tasavvuf, Osmanlı ideal kültür sisteminin yaşandığı 15- 17.yüzyıl ilk çeyreğinde dinamik bir ticari hayatı ve aktif, yenilikçi ve fetihçi girişimci tipini ortaya çıkardığı gibi üretim ve zenginleşme ile daha fazla hayır yapma imkânına kavuşan sosyobiliterleşmiş insan tipolojinin inşasını sağlamıştır. Bundan dolayı Osmanlı toplumunda özellikle anılan dönem başta din ; ticareti ve girişimciliği güzel ahlaka sahip olan insan unsurunun(tasavvuf yoluyla bu sağlanır) zihin dünyasını örerek sağlamaya çalışır. Çünkü İslam inancında insanın en büyük sermayesi ömrü olduğu için bu ömür de kendisine bir defaya mahsus verilip sonrasında sonsuza açılacak ve bu sonsuz da ise dünyadaki yaptıklarına göre pozisyon alacağı(acı ya da sevinç) için, dünya hayatı İslam inancında ve onun tasavvufi ekolünde insan için son derece önemlidir. Dünya, iyi hayırlı işlerin yapıldığı yerdir. Bundan dolayı İslam, insanına sadece seküler bir dünyada başarıyı aramaz. O’na hem dünya da dünya şartlarında başarılı olmayı, hem de öte dünya da başarılı olmasını isteyen bir bütüncül zihniyeti öğretir. İki dünyada başarılı olabilmek için öncelikle dünyadaki hırs, egoizm, cimrilik, haset, kin, ötekileştirme gibi atomize birey oluşumunu sağlayan insanın içindeki olumsuz duyguların, insanı tekelleştirmeye homo-ecomicius ve homo-laikus akla ulaştıran yönlerinden uzaklaşması gerektiğini tasavvufi eğitim yolu ile sağlamaya çalışır. Bu karekteriolojik eğitim sürecinde insan, kısmi bir zaman diliminde dünya işlerinde uzaklaşabilir. Bu tüm ömrü boyunca insanın dünyadan el etek çekmesi, miskinleşmesi, pasifleşmesi anlamına gelmediği gibi bu durmlar ondan da asla istenmemektedir. Geçiici bir süre dünyadan uzaklaşma, bu kötü duyguları tasfiye edebilmek için eğitim süresine bağlı her kesin kabiliyetine göre şekillenebilen bir kısmi zaman dilimini içerir. Bundan dolayı tasavvuf insanın edilgenliğinden dolayı üretememesi ve bunun doğal sonucu olarak kanaatkâr olması anlamını da asla içermemektedir. Böylece tasavvuf, Osmanlı’nın kültürün ideal dönemini yaşadığı zamanlarda girişimci, sanayici ve ticari anlamda dünyaya dönük ve aynı zamanda da sömürmeyen bir zihniyet ile bu faaliyetleri gerçektiren insanı ve toplumsal sistemi kurmuş bunun sonucunda aktif bir dünya siyasetine yöne verebilen bir adalet merkezli toplum ortaya çıkmıştır. Bu tasavvuf aynı zamanda ticaret, girişimcilik ve üretim yapan müslüman insana öte dünyada hesap verebilmeyi düşünen gelişmiş idrak sahibi bir insan tipolojisini olarak onu ortaya çıkarmıştır. Zaten böyle bir insan tipolojisini ortaya koymamış olsa, nasıl dünyanın önemli bir bölümünü siyasal olarak kontrol edebilir diye düşünmek de gerekir. Bu noktada Batı paradigmasının öncülleri ile Osmanlı Türk toplumu anlamak mümkün olmadığı gibi, Batı kapitalizmini ortaya çıkaran süreç ve kavramlar ile de Osmanlı toplum analizi yapmak bilimsel düşünce üretmekten daha ziyade ideolojik bilgi dayatması olmaktan başka bir şey ifade eder görünmemektedir. Sonuç olarak bütün bu anlatılanlardan elde edilen veriler ışığında, Türk aydının yeni dönemde yeni Türkiye tartışmalarını hangi sosyal bilim zihniyetine göre yapması gerektiği tarihsel toplumsal, kültürel dinamiklerin etkisine bağlı olarak ortaya ciddi bir sorun şeklinde çıkmaktadır.