Pabuççu Muştası
Eski dost Ahmet Say, Şair Eşref’in yaşadığı tarihsel dönemi anlatan bir yazı yollamamı istiyor mektubunda. Eşref ve yaşamı hakkında bilgim, herkesin bildiğinden fazla değil.
Ne Abdülhamit yanlısı tutucularla, ne de Batıcı Jöntürklerle bağdaşamamış bir yalnız adam olarak kalmış aklımda Eşref. Belki de işin biraz kolayına kaçmış, kaytarmış, iyi bilmiyorum.
Bu durumda Ahmet Say’a, ilkin ‘’Eşref ve zamanı’’ konusunda kalem oynatma gücünü kendimde görmediğimi bildirmeye niyetlendim. Kaytardığımı sanacaktı, sansın dedim. Sonra ‘kaytarma’ üzerinde düşünmeye başladım. Türkiye aydını, dün de bugün de sürekli kaytarıyor gibi geldi bana. Bu kaytarmanın öyküsünü yazmayı denemek, hem Eşref’in dönemi, hem de bugün için anlamlı olacak galiba.
Türkiye aydınının çağdaş öyküsü, Avrupalıların ‘Boğaz’daki Hasta Adam’ı dillerine doladığı günlerden başlar. Babıâli’nin tercüme odasından yetişme ilk Türk hariciyecileri, hasta adamı iyileştirmek için çareler ararlar: Önlerindeki örnek, Avrupa ve özellikle İngiltere’dir. İngiltere kurumlarını hayranlıkla izlerler ve bu kurumları Türkiye’ye getirmeyi düşlerler. Hasta adamın kuşkusuz eğitim, maliye, idare, ekonomi, askerlik vb. gibi her alanda köklü reformlara ihtiyacı vardır. Batı kurumlarını örnek almak doğaldır. Ne var ki Reşit Paşa’nın başını çektiği bu ilk Batıcı aydınlar az sayıdadırlar ve toplum içinde güçsüzdürler. Ancak felaketler ve Avrupa devletlerinin desteği, onlara fikirlerini az çok uygulama fırsatı verebilir. Fırsat, Mısır Valisi’nin oğlu İbrahim Paşa’nın ciddi bir direnişle karşılaşmadan Kütahya önlerine gelişiyle ortaya çıkar. Acıdır ama, yönetimden bıkkın Anadolu kentleri halkı, istilacı paşaya biat eyler.[1] Anadolu askeriyle güçlenen paşanın İstanbul’a girmesi işten bile değildir. Babıâli, kendi Mısır Valisi’ne haddini bildirsin diye İngiltere’ye başvurur. İngiltere işi ağırdan alır. Rus birlikleri İstanbul’u kurtarır. İşe Ruslar karışınca, İngiltere ağırlığını koyar. Mısır Valisi’ne haddini bildirir, Rusları geriletir. İngiliz desteğini sağlayan Londra Elçisi Reşit Paşa, Hariciye Nazırlığı’na gelir. ‘Reform dönemi’ başlar.
İlk büyük reform, günümüzde de ‘Başka alternatif yok’ diye sunulan serbest pazar ekonomisine yöneliş olur. Avrupa tüccarına ve adamlarına yalnız dış ticaret değil, iç ticaret de açılır. Rumlar ve Ermeniler iç ticarette Avrupa’nın aracılığını sağlarlar. İngiltere’nin Türkiye’ye ihracatı, kısa sürede Fransa, Rusya ve İtalya’ya yaptığı toplam ihracatı aşar!
İngiliz kapitalisti bu tatlı pazardan hoşnuttur. Ülke açık pazar kalmak koşuluyla, İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumaya hazırdır. İngiltere bu konuda ilk Batıcı aydınlarımıza çok çekici gelen bir formül geliştirir:
- Türkiye, Avrupa Konseyi’ne[2] alınacaktır. Avrupa devletler hukuku ona da uygulanacaktır. İmparatorluğun toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı, Avrupa’nın garantisi altına konulacaktır.
Bir Avrupa devleti olmak, Batıcı aydınlarımızın rüyasıdır. Ne var ki Türkiye’nin Avrupa Ailesi’nde layık bulunduğu yeri alabilmesi, insan haklarını uygulamasıyla olanaklıdır. Avrupa devletleri, bu konuyla yakından ilgilidirler.
Görülüyor ki, insanı meta sayan en acımasız ekonomik reçeteleri empoze eden devletler, Avrupalı olmaya karar verdiğimiz günden beri insan hakları savunucuları olarak karşımıza çıkarlar. O günlerde insan hakları, Hıristiyan-Müslüman eşitliği biçiminde anlaşılır. Avrupa’ya göre, Hıristiyanlar Osmanlı Devleti’nin ikinci sınıf uyruklarıdır. Hukuk yönünden eşitlik sağlanmalıdır. Gerçi hukuk planında bir eşitsizlik söz konusudur: Hıristiyan uyruklar, devlet hizmetlerinden ve askerlikten dışlanırlar. Hıristiyan olduklarından ek bir vergi öderler, mahkemelerdeki tanıklıkları eşdeğerlik taşımaz. Ama ekonomik planda, Hıristiyan uyruklar ön plandadırlar: Kentlerde ticaret, Hıristiyanların elindedir. Hıristiyan köyleri daha refahlıdır. Kısaca, askerlik yapmayan Hıristiyan zengin, savaş meydanlarında ömür tüketen Müslüman fakirdir. Serbest pazar ekonomisi, bu eşitsizliği arttırıcı yönde çalışır. Rum ve Ermeni nüfus hızla çoğalır ve zenginleşir. Adalardan göçlerle Ege’de Rum nüfus çok artar.
1839 Tanzimat Fermanı, Hıristiyan-Müslüman eşitliği yolunda bir ilk adım olur. Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi Hahamı ve büyükelçiler önünde, eşitlik ilkesi ve reformlar açıklanır. Eşitlik, İslam uyrukluların hoşuna gitmez. Ekonomik bakımdan ezik de olsa, Müslüman, psikolojik bakımdan kendini ‘Gâvur’dan üstün sayar. ‘Gâvur’a artık gâvur denilemeyecek’ duruma gelmekten hoşlanmaz. Hıristiyanlar ise reformlar Avrupa baskısıyla başladığından, aksamalar olunca Avrupa devletlerinin kapısını çalma alışkanlığını edinirler. Zaten Avrupa devletleri, Osmanlı ülkesinde etkinliklerini artırmak için, kendilerine bağlı Hıristiyan toplulukların koruyuculuğunu üstlenirler. Fransa, antlaşmalarla Osmanlı ülkesindeki Katoliklerin koruyuculuğunu sağladığı iddiasındadır. Çarlık Rusya'sı da, Ortodoks Hıristiyanların himayesini Kaynarca ve Edirne antlaşmalarıyla elde ettiğini kabul ettirme çabasındadır. 1840’lardan sonra Anglosaksonlar da Protestanların hamiliğine soyunurlar. Kudüs’te Protestan kilisesi açarlar. Ne var ki Osmanlı ülkesinde yeter sayıda Protestan yoktur. İngiliz-Amerikan misyonerleri, Ermenileri ve öteki Doğu Hıristiyanlarını Protestan yapmak üzere kolları sıvarlar. Hatta Müslümanları bile Protestan kılma uğraşı verirler. Fransa da bir kısım Ermenileri ve Süryanileri Katolik yapar. Devletlerin mezhep rekabeti kızışır. 15 Mart 1858’de Fransa’nın Türkiye Elçisi, Paris’e şöyle yazar. ‘Bir süredir Ermeni topluluğu içinde dikkat çekici olaylar oluyor. İngiltere Sefiri Lord Stratford ve Redcliffe’in geniş para yardımlarıyla desteklenen Protestan misyonerler, Anadolu’da Ermenileri Gregoryen Kilisesi’nden ayırarak kendi kiliselerine bağlıyorlar. Protestan olan her Ermeni, misyonerlerden bir miktar para alıyor’.
İstanbul’da ‘Taçsız Sultan’ diye anılan bu İngiltere Sefiri, 1839 ‘özgürlük’ fermanından sonra, ‘vicdan özgürlüğü’ gibi soylu bir ilkeye dayanarak, din ve mezhep değiştirmenin serbest bırakılmasını ister. Osmanlı Devleti’nde Hıristiyan'ın mezhep değiştirmesine, örneğin Gregoryen Ermeni’nin Katolik ya da Protestan olmasına bir engel yoktur. Fakat bu mezhep değiştirmeleri öyle karışıklıklar ve dış müdahaleler yaratır ki, Babıâli 1834’te mezhep değiştirmeyi yasaklar. Müslümanların ya da Müslümanlığı kabul etmiş dönmelerin Hıristiyan olması ise şeriatın idamla cezalandırdığı bir küfürdür. İngiltere Sefiri, 1844 yılında Hıristiyanların mezhep değiştirme yasağını kaldırtmayı başarır. Ama bununla yetinmez. Vicdan özgürlüğü adına, şeriat hükmünü kaldırmak ve Müslümanları Protestanlaştırma hakkını sağlamak ister. Lord Hazretleri, 1856 yılı başında Hariciye Nazırı Fuat Paşa ‘ya insan haklarının temel ilkelerinden sayılan vicdan özgürlüğünün, emperyalist literatürde nasıl anlaşılması gerektiğini en sade biçimde açıklar:
‘’Siz dininizi, Halifeyi filan bir yana bırakın, saçma bunlar. Bir ülke başka ülkelere muhtaçsa ve biz onun adına kan dökmekten çekinmiyorsak, bu bize Hıristiyan Dünyası ve Avrupa adına bazı şeyler isteme hakkını verir.
Fuat Paşa acı bir jestle yanıtlar:
“Türkiye’nin ölmesini istiyorsanız, evet’’ (Engelhardt, Tanzimat, s. 221).
Ne var ki, İngiliz lordunun vicdan özgürlüğü diktasını az çok gerçekleştirecek bir formül, Türkiye’yi öldürmeden bulunur:
- Şeriat yasağı resmen değil, ama fiilen kaldırılacak ve Hıristiyan olan Müslümanlara bir şey yapılmayacaktır.[3]
Böylece, boynuzlu kocanın ‘beni vukuu değil, şüyuu ilgilendirir’ biçimindeki tepkisine uygun bir devlet adamlığı anlayışı yerleşir ve giderek kökleşir.
Batıcı aydın tipinin çarpıcı örneklerinden ilki olan Fuat Paşa, ‘Takvimi siz yapın, ama biz yapmış görünelim’ biçimindeki bu üçkâğıtçılığı, devlet adamlığının baş koşulu sayar. Avrupalı elçilere şöyle der: ‘’Siz fısıldayın yalnız... Fakat sahneyi ve oynayacak rolleri bize bırakınız.’’[4]
Kendi gücüyle reform yapmak ve kendi halkına dayanmak yerine Avrupalı sefirlerin koltuk değneği ile Avrupalılaşmaya kalkışan ilk Batıcı aydınlarımız, kısa sürede, sefirlerin emir kulu durumuna düşerler. Sefaretlere kapılanırlar. Nüktedan Fuat Paşa, Batılılaşma yolunda sefaretlere kapılanmanın gerekçesini filozofça açıklar:
‘’- Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet (padişah), cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise (halk), bir kuvvet hasıl etmeye imkân yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.’’
İşte bir bölümüne Osmanlı Devleti’nin gerçekten muhtaç olduğu reformlar, pabuççu muştasının yandan desteğiyle yapılır. Namık Kemal gibi büyük bir yurtsever dahi, ‘pabuççu muştasıyla çağdaşlaşma’ yöntemini savunur:
‘’Tanzimat’ı o zaman kamuoyu himayesine vermek, cellat eline teslim kabilinden olmaz mıydı?’’
Oysa emperyalist devletin pabuççu muştasıyla çağdaş uygarlığa ulaşılamayacağını, yalnızca sömürgeleşileceğini görmek çok kolaydı. İngiltere yönetimindeki Hindistan ve Osmanlı’dan Fransa’ya geçen Cezayir gözler önündeydi. Buralarda insan hakları değil, sömürge statüsü uygulanıyordu. Toprakları zorla ellerinden alınan Cezayirliler açlığa mahkûm ediliyor, vatandaşlık statüsü yalnız Avrupalı göçmenlere tanınıyordu. Yeni Osmanlılar bunu biliyorlardı, ama ne yukarıya ve ne de aşağıya, yani halka güvenemediklerinden ‘’pabuççu muştası’’ arıyorlardı. Tıpkı bugün batacağını bile bile birkaç kuruş parasını, çaresizlikten yüzde 12 aylık faiz vaat eden tefeci bankere yatıran saadet zinciri peşindeki dar gelirli memurlar ve emekliler gibi...
Avrupa Konseyi’ne giriş bedeli: Kırım Savaşı
Hele bir Avrupa Konseyi’ne girilsin, işler iyiye gidecek, saadet zinciri bize gülecekti. Türkiye, Avrupa Ailesi’ne kabul edilmek için her fiyatı ödemeye gönüllüdür. Bu amaçla İngiltere hesabına Rusya ile savaşmak önerisi, bir bayram sevinciyle karşılanır. Kırım Savaşı yaratılır. Avrupa Konseyi’ne arka kapıdan girişle sonuçlanan Kırım Savaşı, tam bir İngiliz savaşıdır. Türk kamuoyu, Goben ve Breslau zırhlılarının kışkırtmasıyla Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenişimizi bilir de, kazandığımız büyük bir zafer saydığı Kırım Savaşı’nın içyüzünü bilmez.
İngiltere, Rusya’nın Orta Asya’da genişlemesinden kaygılıdır. Bu genişlemeyle, üstünde titrediği Hindistan’ın tehlikeye girdiği inancındadır. Rusya’ya unutamayacağı bir ders vermek ister. Ne var ki denizci İngiltere’nin Afgan dağlarını aşıp Orta Asya’da Rusya’yı cezalandırması, askerlik bakımından olanaksızdır. Onun için Baltık’ta ve Karadeniz’de Rusya’ya bir ders vermeye ve en azından donanmasını yok etmeye yönelir.
İngiltere bu yolda Osmanlı savaşçı coşkunluğundan ve Osmanlı Hıristiyanları konusundaki Rusya-Fransa rekabetinden yararlanır. Katolik Partisi’nin desteğiyle cumhurbaşkanı seçilen ve imparatorluğa oynayan Napolyon, Hariciye Nazırı Fuat Paşa’dan Katolikler yararına ayrıcalıklar sağlar. Büyük kilisenin anahtarları Katoliklere verilir. Katoliklere Kudüs’te çeşitli haklar tanınır.
Ortodoksların hakları bu yoldan kısıtlanmış olur. Rusya, Ortodoksların haklarının çiğnendiğini ileri sürer. İstanbul’a gelen Olağanüstü Rus Elçisi, Kudüs’te eski duruma dönülmesini diler.
Ayrıca daha önce antlaşmalarla elde edilen Ortodoks Kilisesi’ni himaye hakkının bir senede bağlanmasını önerir. Sorun, çözülmez değildir. Fakat Rus Elçisi’nin görüşmelerin gizli tutulmasını istemesine karşın, Babıâli durumu İngiliz ve Fransız maslahatgüzarlarına bildirir. Maslahatgüzarlar derhal Akdeniz donanmalarını Çanakkale’ye çağırırlar. Fransız donanması
Çanakkale’ye doğru yol alır.
İzinli İngiltere ve Fransa sefirleri acele İstanbul’a dönerler. İstanbul’un ‘Taçsız Sultanı’ Lord Stratford, Rusya’nın senet isteğine hayır denilmesini Babıâli’ye öğütler.
Donanma Çanakkale’ye
Sefir, İngiliz donanmasını acele Çanakkale’ye çağırır. Senedin reddi üzerine Rus Elçisi İstanbul’dan ayrılır. Türkiye ve Rusya arasında diplomatik ilişkiler kesilir. Batı basını ilk kez, Hıristiyan Rusya’ya karşı Müslüman Türkiye’yi destekleyen ve öven yazılar yayımlar. Rusya, Osmanlı’yı anlaşmaya zorlamak için Eflak ve Buğdan’a bir miktar asker sokar. Türkiye bir karşılıkta bulunmaz. İngiltere Sefiri’nin öğüdüyle kuru bir protestoda bulunmakla yetinir. Avusturya devreye girer ve Viyana’da Avusturya, Rusya, Fransa ve İngiltere elçileri, 1853 Temmuz’unda Türkiye ve Rusya’yı da tatmin edecek bir senet formülü hazırlarlar. Rusya, Prusya’nın ısrarıyla senet taslağını olduğu gibi kabul eder. Barış kurtulmuştur. Gel gelelim İngiltere Sefiri, hükümetinin resmen onayladığı senet taslağının Babıâli tarafından reddini sağlar! Böylece ikili oynayan İngiltere, Osmanlı’yı Rusya ile savaşa sokma kararını açıkça belli etmiş olur.
Osmanlı kamuoyunu kızıştırmak üzere Londra, 1853 yılında Çar Nikola‘nın İngiliz Elçisi’ne yaptığı ‘hasta adamın mirasını paylaşma’ önerilerini açıklar. İngiliz ve Fransız basını savaştan, Türklerin yardımına koşmak şerefinden söz eder. İstanbul medrese talebeleri, savaş gösterileri yaparlar. İngiltere, müttefiki Fransa ile birlikte donanmalarını Karadeniz’e çıkarmak kararındadır. Ne var ki bu, 1841 Boğazlar Anlaşması’na aykırıdır. Sorun çözülür: Osmanlı hükümeti Eylül 1853’te savaş ilan eder ve İngiliz- Fransız filosu, Babıâli’nin davetiyle boğazları geçip Beykoz önüne gelir.
Harp ilanı kararı almak amacıyla Çırağan Sarayı’nda Bakanlar Kurulu’nun, din adamları, askerler ve sivil bürokratlar ile yaptığı toplantı çok ilginçtir. Devletin 172 ileri gelen temsilcisinin katıldığı bu ‘meşveret’in tutanakları eldedir. Bu tutanaklara göre ulema, ateşli savaş yanlısı gözükür. Fakat yine de Serasker’e Rusya ile savaşa yetecek askeri gücümüzün olup olmadığı sorulur. Serasker, bilemediğini belirtir! Ethem Paşa, Rusya’da Napolyon’un başına neler geldiğini anlatır. Hocalar, ‘küffarı şöyle kırar, böyle biçeriz’ naralarıyla Paşa’yı konuşturmazlar. Fuat Paşa, ‘Savaşmak için akçe gerekli, işin bu yanı da düşünülmeli’ der. Bazı hocalar, ‘Düşmana kılıç çalarak mülklerini zapt eder ve ganimet mal alarak giderleri karşılarız’ buyururlar. Daha sonra harp ilanı konusunda ‘Fetva’yı Şerif’e[5] başvurulması önerilir. Şeyhülislamın sorusunu, Fetva Emini Efendi şöyle yanıtlar:
‘’İslam askerlerinin komutanı, düşmana karşı koyacak yeter kuvveti olduğunu öğrenirse, savaşmak farz olur.’’
Müftü Arif Efendi , savaş tehlikesini önlemeye çalışır. ‘Yeterli askeri güç yoksa, yine savaşmak mı gerekir’ diye sordurtur. Fetva Emini, ‘yeterli askeri güç sağlanana değin beklenebileceğini’ söyler. Serasker’e bir kez daha ‘Gücümüz yeterli mi’ diye sorulur, o yine ‘bilemem’ der! İngiltere’nin sözünden çıkmayan ‘Büyük’ Reşit Paşa, hamasi bir nutukla savaş kararı aldırtır:
‘’Ey artık ne denecek? Bana kalırsa bu önerileri[6] kabul etmek, semm-i kaatil (öldürücü zehir) içmek ve adeta ölmek demektir. Durduğumuz yerde eli bağlı ölmektense, silah elimizde ölmek evladır.’’
Oybirliği ile Padişahtan harp ilan etmesi için ricada bulunma kararı alınır. İki gün iki gece süren Meşveret’te harp lehine mührünü basmadan Reşit Paşa kimseyi dışarı bırakmaz. Osmanlı, şevkle savaşa başlar. Tuna’yı geçer, bir kaleyi alır. Doğu’da da ilerler, Ahılkelek kalesini kuşatır. Rus arazisini yakıp yıkar. Ama sonradan doğuda başarısızlığa uğrar, ordu Arpaçay gerisine çekilmek zorunda kalır. Fakat halka, savaş meydanlarında büyük zaferler kazanıldığı duyurulur. Sultan Abdülmecit’e ‘Gazi’ unvanı verilir. Gazi Abdülmecit Han, karargâhını Edirne’ye kuracağını ilan eder.
Oysa yeniçeriliği ortadan kaldırıp modern bir ordu kurmaya ve reformlar yapmaya çalışan devletin, barışa her zamandan çok ihtiyacı vardır. Savaşmayı gerektirecek bir neden bulunmadığı gibi, yeni ordu daha hazır değildir, para da yoktur. Ama İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni Avrupa Konseyi’ne alma vaadi, Batıcı aydın yöneticilerimizi koskoca bir savaşın yanlısı yapar. 1853 savaş kararı, Batı askeri ittifakına alınma amacıyla Kore’ye sembolik bir güç gönderme eylemiyle karşılaştırılamayacak ölçüde büyük bir karardır. Nitekim Doğu Cephesi’nde yenilgiler başlar.
Ruslar Doğu Cephesi’nin denizden beslenmesini önlemek amacıyla, Sinop’ta Osmanlı donanmasını yakarlar. Türk donanmasının yakılışına Lord Stratford çok sevinir:
‘- Tanrıya şükürler olsun, harp başlıyor.’
İngiltere donanması Boğaziçi’nde nöbetçilik ederken Sinop’ta Osmanlı donanmasının yakılmasını Majestelerinin hükümeti, İngiliz bayrağına hakaret sayar. İngiliz-Fransız donanması Karadeniz’e çıkar, Rus donanmasını kovalar. Osmanlı’nın tek başına Rusya ile başa çıkamayacağını gören İngiltere, Karadeniz Rus donanma ve tersanelerini yok etmek amacıyla, savaşa girmek kararındadır. Savaşı kazanacağından güvenli olduğundan, Londra, İstanbul’a savaş amaçlarını sorar: Eğer Babıâli yeni araziler kazanma peşindeyse, İngiltere ve müttefiki Fransa, savaşa katılmayacaklardır. Osmanlı Devleti arazi istemekten vazgeçip haklarının korunması ve Avrupa Konseyi’ne alınması ile yetinirse, iki devlet savaşa gireceklerdir!
‘Savaşa Devam’
Reşit Paşa, yeniden ulemayı, sivil ve asker yüksek bürokratları Meşveret’e çağırır. Fakat Reşit Paşa, politik kaygılarla sorunu açıkça ortaya koymaz. Savaşa ‘devam mı, tamam mı’ biçiminde bir tartışma başlatır. Hocalar coşkunlukla ‘Savaşa devam’ derler. Petersburg’a dahi gitmekten söz ederler. Hocalara durum güçlükle anlatılır ve Avrupa Konseyi’ne girmekle yetinmek gerektiği belirtilir. Bazı hocalar, ‘Avrupa Konseyi’ne girmek, sonsuza dek savaştan vazgeçmek demektir ki, bu şeriata uymaz’ gerekçesiyle Avrupalı olmaya karşı çıkarlarsa da, Rıfat Paşa, ‘Sizin bu işlerde bilginiz yoktur. Sizin sözlerinizi Ramazanda Ayasofya Camii’nde dinleriz’ diyerek tartışmayı sona erdirir.
Meclis, İngiltere ve Fransa’nın safımızda savaşa katılmasını sağlamak amacıyla, Avrupa Konseyi’ne girmekle yetinme kararı alır. İngiltere ve Fransa, Osmanlı ile ittifak imzalarlar (Mart 1854) ve Mayıs’ta Rusya ile savaşa girerler. İngiliz ve Fransız askerleri İstanbul’a gelir. Eylül’de Kırım’a 30 bin Fransız, 21 bin İngiliz ve 60 bin Türk askeri çıkarılır. 250 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan Kırım seferi için Osmanlı Devleti’nin yeter parası yoktur. Savaş, borçlanarak yürütülür. 24 Ağustos 1854’te ilk borçlanma anlaşması, Londra ve Paris banker firmalarıyla yapılır. 3 milyon İngiliz liralık ilk borç çabuk erir, ertesi yıl 5 milyon daha borç alınır.
Alafranga yaşam
Büyük borçlar ve İstanbul’da İngiliz, Fransız askerlerinin harcamaları, yaşam biçimini değiştirir. ‘Alaturka’ ve ‘alafranga’ deyimleri, ilk kez Kırım Savaşı sırasında ortaya çıkar: Kahire’den İstanbul’a göç eden Batılılaşmış Mısırlı zenginler, yalılar alıp Avrupa mobilyalarıyla döşerler. İstanbul zenginleri de onlardan özenip alaturka eşyalarının yanına alafranga eşyalar eklerler. Minderler, divanlar bırakılır, konsol, kanepe, masa, sandalye kullanılır. ‘’Avrupavâri’’ sofra takımları aranır. Kadınlar, Avrupa kadınları gibi iç çamaşırı, korse ve eldiven giyerler. Paris Elçiliğimiz, İmparatorun da katıldığı bir balo verir. Gazi Abdülmecit Han, Fransız Elçiliği’nin balosuna bakanlar ve Kızlarağası ile birlikte gider. Baloda Rum ve Ermeni patrikleri de bulunur. Şeyhülislam, özürler dileyerek baloya katılmaktan kurtulur. Abdülmecit Han, özel doktoru Spitzer’e Avrupa kadınlarının giyimlerine bayıldığını söyler:
‘’Avrupalı kadınların giyimlerini pek çekici buluyorum. Bizim kadınlarınkine pek çok yeğ tutuyorum. Eğer bu kadınlarla ilişki de dış görünüşleri gibiyse, siz Frenklerin kadın cinsi ile serbest ilişkide bulunmanızı adeta kıskanıyorum.’’
Oysa, Cevdet Paşa’nın yazdığına göre Sultanın gözdesi Serfiraz Hanım ve öteki saraylılar, Avrupa kadınları gibi giyinip sokaklarda oğlanlarla âşıkdaşlık ederler. Bir yılda 120 bin kese borç eden Serfiraz, ‘Küçük fesli’ denilen bir Ermeni oğlanına vurulur. Öteki saraylı kadınlar, Tarabyalı bir çalgıcı Ermeni oğlanı ile rezaletler yaparlar (Tezakir-i Cevdet 13-20, s. 3). Cevdet Paşa, sözlerini şöyle sürdürür:
‘’Kırım Savaşı bize büyük bir ibret olup da kendimize çekidüzen vermek gerekirken bir garip sefahat kapıları açıldı. Öteden beri Padişah hareminin kadınları bir yere çıkıp gezmez iken, ol vakitten beri arabalarla her yere gider oldular. Diledikleri gibi sefahat eder oldular.’’
Lüks Harcamalar
Saraylıların bu serbest yaşamına, köşk ve yalılar halkı ile lüks harcamalarla zenginleşen İstanbul tüccar ve esnafı da ayak uydurmaya çalışır. Araba gezileri ve flörtler yaygınlaşır. Cevdet Paşa, ‘’Delikanlılar eskiden oğlancılık yapıyorlardı, şimdi zamparalık yapıyorlar’’ der: ‘’Zendostlar çoğalıp oğlanlar azaldı. Lut kavmi sanki yere battı. İstanbul’da öteden beri delikanlılar için maruf ve mutad olan aşk ve alaka, hal-i tabiisi üzere kızlara intikal etti. Ahmet III. zamanından beri mudat olan Kağıthane sırtı ziyade rağbet buldu. Gerek orada, gerek Beyazıt meydanında arabalara işaretlerle muaşaka usulü hayli meydan aldı.’’
Bu israf ve safahatın sonucu, ahlak çöküntüsü ve enflasyon olur. Baltalimanı’nda eskiden kırk kuruşa satılan bir yalı, altı aylığı 40 bin kuruşa kiralanır. İstanbul’da hizmetçi ve halayık sayısı hızla çoğalır. 50 bin köle yanında 40 bin hizmetçi, İstanbul zenginlerine hizmet eder. Bu arada yıpratıcı ve öldürücü Rusya savaşı sürer. Türk askeri büyük yitik verir. Açlığa ve yoksulluğa katlanır. İngilizler, Türk askerini şöyle değerlendirirler: ‘’Başka yerde sürekli ayaklanmalara yol açacak acılara bu Asya insanlarının öyle sabırla tahammül edişlerine hayran olmamak elde değil. Askerlere verilen yiyecekler çok yetersiz. Ateşli hastalıklar ve tifüs kırıp geçiyor. Asker günübirliğine yaşıyor.’’
Yalnız asker değil, halk da günübirliğine yaşar. Açık pazar ekonomisi, geleneksel sanayileri geriletir, işsizlik ve durgunluğu arttırır. İngiltere’nin daha sonraki İstanbul sefirlerinden Layard, Müslüman halkın, isyan ettirici koşullardaki olağanüstü sabrına pek şaşar:
‘’Bu ülkedeki adaletsizlik, idari yolsuzluklar ve sefalet, herhangi bir başka ülkede olsaydı, halk ayaklanırdı.’’
Avrupa Konseyi’ne Giriyoruz
Oysa ayaklanmak ne söz! Kırım Savaşı Gazi Abdülmecit Han liderliğinde sevinç ve şevk içinde yürütülür. Doğubeyazıt ve Kars’ın düşmesi önemli değildir. Çok uzun süre direnen Sivastopol alınmış ve savaş kazanılmıştır. Şimdi Paris’te zaferin meyveleri toplanacaktır. Gerçekten 1856 Paris Antlaşması’nın 7. maddesiyle İngiltere, Avusturya, Prusya, Fransa ve Sardunya ‘’Osmanlı Hükümeti’nin Avrupa devletleri haklarından ve Avrupa Devletleri Konseyi’nden faydalanmasını kabul ettiklerini’’ ilan ederler. Devletler, ‘Avrupa Konseyi üyesi’ olan Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü de garanti ederler. Ne var ki bizim Batıcı aydınların ‘Artık Avrupa devleti olduk. Avrupa devletleriyle eşitiz. İçişlerimize müdahaleler sona erdi. Kapitülasyonlar kalkacak’ diye sevinçle karşıladıkları antlaşmanın 7. maddesini ciddiye alan Avrupa devleti yoktur. Nitekim daha Paris Antlaşması’nın imzalanacağı günlerde, İmparator Napolyon, İngiltere’ye Osmanlı Afrikası’nı paylaşmayı önerir. Fransa Fas’ı, Sardunya Tunus’u ve İngiltere Mısır’ı alacaktır! İlginçtir ki Paris Antlaşması’ndan hemen sonra İngiltere, Fransa ve Avusturya, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak üzere savaşacaklarını belirten gizli bir anlaşma imzalarlar. Asıl ilgili Osmanlı Devleti, anlaşmaya alınmadığı gibi, anlaşmadan haberdar dahi edilmez! İş öğrenilince, ‘Büyük’ Reşit Paşa bile, gizli ittifakı ‘bir himaye-i müşterekeye şebih’ diye nitelemekten kendini alamaz. Reşit Paşa, ortak bir himayecilikten söz etmekte haklıdır. Zira Kırım Savaşı müttefiklerimiz, aynı mandacı tutumu, Osmanlı Hıristiyanlarının korunması işini yüklenmekte de gösterirler. İstanbul, haklı olarak, ‘’Ben, Rusya’nın Ortodoks Hıristiyanları himaye iddiasına son vermek amacıyla savaş yaptım, kanımı akıttım. Şimdi nasıl tüm Hıristiyan devletlerin himaye hakkını, hem de antlaşmayla tanırım’’ diye direnir. Osmanlı Hükümeti’nin Paris’te sonuna değin şiddetle direndiği tek konu budur. Fakat en duyarlı olduğu konuda da İstanbul, herkesin başka türlü yorumladığı işe yaramaz bir formülle yetinmek zorunda kalır: Sultan, 1839 Tanzimat Fermanı’na benzer bir 1856 Islahat Fermanı yayımlar. Fermanı, doğaldır ki bizim Batıcı paşalarla birlikte İngiliz ve Fransız elçileri hazırlar, ama Sultan, kendi iradesiyle insan haklarını ve reformları bir kez daha garantilemiş sayılır. Paris Antlaşması’na bir madde konularak bu Islahat Fermanı’na atıf yapılır. Antlaşmanın 9. maddesi, imzacı devletlerin ‘fermanın yüksek değerini tanıdıklarını’ belirtir. Ardından bu tanımanın imzacılara ‘’teker teker ya da topluca Osmanlı iç işlerine müdahale hakkı vermediği’’ yazılır. Ama devletler, müdahale hakkını 9. maddeyle kazandıklarını kabul ederler. İç işlerine sürekli müdahale ederler. 1878 Berlin Antlaşması’na da müdahale haklarını açıkça yazdırırlar. Avrupa devleti ilan edildiğimiz halde, kapitülasyonların kaldırılması isteğimizi sürekli geri çevirirler. Kısaca, Avrupa Konseyi üyesi olmak değil, Avrupa mandası olmak söz konusudur. Zaten Kırım Savaşı’yla başlayan borçlanmalardan sonra, devlet borçsuz yaşayamaz duruma gelmiştir. Her yeni borç, Avrupa’nın ekonomik mandasının genişlemesine yol açar. Kırım Savaşı günlerinde iki kez borçlanan Osmanlı Devleti, subaylarının aylığını ödeyemediğinden, 1858’de üçüncü kez borç ister.
Malıya Meclisi Kurulur
Fakat Avrupa sermayedarları, Osmanlı Devleti’ni güvenilir bulmazlar. Mali kontrol isterler. İngiliz Sefiri, ‘’Avrupalı zekâ ve deneyiminden yararlanmazsanız işleriniz düzelmez’’ der. Üç Avrupalının katıldığı bir Maliye Meclisi kurulur. Meclis, Avrupalı uzmanların zekâ ve deneyiminden yararlanarak bütçe ve vergi işlerini düzenleyecektir. İngiliz-Fransız sermayeli Osmanlı Bankası ise devletin bankası olacak ve altın karşılığı kâğıt para basma tekelini elinde tutacaktır. Böylece daha 1860’larda, Para Fonu’nun (IMF) günümüzde uygulanmasını istediği sistem kurulur: Para, altına bağlı bulunduğundan Osmanlı Bankası pek az miktarda kâğıt para basar. Devlete çok sınırlı kredi verir. Yani Para Fonu’nun önerdiği biçimde aşırı sıkı bir para ve kredi politikası izlenir. Dış ticaret serbesttir. Fakat altına bağlılığın getirdiği disiplin ve konvertibilite, dış ticareti düşük seviyede dengelemeyi zorunlu kılar. Bu, ‘Yatırımdan ve kalkınmadan vazgeç’ biçiminde bir ‘Ölme de sürün’ politikasıdır. Ve bu nasıl bir dönme dolaptır ki yüz küsur yıl sonra bile yine dolabın içindeyiz!.. 2000 yılına doğru yol alırken, ekonomik kurtuluşu, 1860’ların reçetelerinde aramak çaresizliğindeyiz!..
Yalnız ekonomik planda mı, siyasal planda da reçete aynı: Batı tipi bir anayasa. Batıcı aydınımız, yüz küsur yıldır kurtuluşu Batı tipi anayasalardan bekler durur. Kurtuluş anayasadan beklendiğinden, işler kötüye gidince elbette anayasa suçlu olur.
Yeni Osmanlılar
İktidardaki Padişah Abdülaziz, Meşrutiyet’e yanaşmaz. Yeni Osmanlılar, Meşrutiyet’ten yana bir padişah adayı ararlar. Abdülaziz’i devirip Murat V.’i tahta çıkarırlar (Mayıs 1876). Sultan Murat, Mithat Paşa’nın anayasa tasarısını kabule hazırdır. Fakat nazırlar ve devlet ileri gelenleri direnirler. Hatta temmuzda sadrazam ve sansür komitesi, anayasa konusunda gazetelerde yazı yazmayı bir süre yasaklar. Sultanın hastalığı işleri iyice karıştırır. Mithat Paşa, yeni bir padişah adayı aramaya koyulur.[7] Abdülhamit, anayasayı ilana söz verir ve Ağustos sonunda sultan ilan edilir. Bu sırada devletler, Osmanlı Devleti’ni yok sayıp Rumeli’de gerekli gördükleri reformları saptayıp uygulamaya koymak amacıyla, İstanbul’da bir konferans toplamayı kararlaştırırlar. Rumeli’nin elden çıkmasına yol açacak İstanbul Konferansı’nı engellemek üzere, yeni anayasanın bir an önce hazırlanıp yürürlüğe konulması gerekli görülür. Din adamları, Rum ve Ermeni Osmanlılar ile Mithat Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa ‘nın katıldığı bir Anayasa Komisyonu kurulur. Komisyon iki yılda değil, bir buçuk ayda anayasa tasarısını hazırlar. Fakat Abdülhamit, nazırlarıyla ve danışmanlarıyla tasarıyı incelemeye koyulur. Sultan, yetkililerini arttıracak yönde değişiklikler ister.
İstanbul Konferansi
Mithat Paşa ise İstanbul Konferansı toplanmadan önce Meşrutiyet’in ilanını zorunlu sayar. Abdülhamit’i ‘’Gecikirseniz sonsuza değin yabancı devlet himayesinde yaşamak durumunda kalırsınız’’ diye tehdit eder. Ne var ki takvimcilikten Mithat Paşa zararlı çıkar. Anayasa işi bir an önce bitsin diye Sultana 113. madde ile istediği kişileri ülke dışına sürme yetkisi tanır! 11 Aralık 1876’da Türkiye konusunda, Türkiye’nin ön toplantılarda dışta tutulduğu İstanbul Konferansı toplanır! 19 Aralık’ta Sultan, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği Mithat Paşa’yı başbakanlığa getirir. Londra ve Paris borsalarında Osmanlı parasının değeri hemen yükselir. 23 Aralık’ta yağmurlu bir günde Meşrutiyet, 101 pare top atılarak ilan edilir.[8] Akşam, Sadrazam Mithat Paşa, Osmanlı tarihinde ilk kez olarak Ermeni ve Rum patriklerini ziyarete gider. Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, İstanbul Konferansı delegelerine ‘’Toplantıya devam etmenize artık gerek kalmadı. Zira bundan sonra her şeye Meşrutiyet karar verecek’’ der. Ama yabancı devletler konferansı sürdürürler ve Bosna-Hersek ve Bulgaristan’da üç özerk eyalet kurmayı kararlaştırırlar. Bu eyaletlerin valileri garantör devletlerin onayından geçecek ve yanlarında beşte üçü Hıristiyan, beşte ikisi Müslüman olan, seçimle gelmiş bir meclis bulunacaktır. Nüfus oranına göre Müslüman-Hıristiyan karma bir jandarma kuvveti kurulacaktır. Uluslararası komisyon reformların uygulanmasını denetleyecektir. Anayasadan güç alan Osmanlı Devleti, en sert biçimde İstanbul Konferansı kararlarını reddeder. Birçok devlet, alışmadıkları bu direnişi, İngiltere’nin el altından desteğine bağlar. Ama anayasanın yarattığı iyimserlik ön planda rol oynamışa benzer.
Mithat Paşa Sürgünde
25 Ocak 1877’de Batılı devletler birlikte ültimatom verince, anayasanın öngördüğü Âyan ve Mebusan meclisleri henüz toplanmadığından, Mithat Paşa 200 kişilik ‘Meşveret’i toplar. Meşveret’e 60 Hıristiyan da katılır. Mithat Paşa, İstanbul Konferansı kararlarının kabulünün bağımsızlığın yitirilmesi, reddinin ise büyük devletlerle diplomatik ilişkilerin kesilmesi demek olduğunu üyelere anlatır. Meşveretin tüm üyeleri, ‘ret’ der. İstanbul Konferansı dağılır, Avrupa büyükelçileri 20 Ocak 1877’de İstanbul’dan ayrılırlar. Rusya ve Türkiye seferberlik ilan eder. Şubat’ta Âyan ve Mebusan meclisleri İstanbul’da çalışmalarına başlar. Ama anayasanın yapımcısı Mithat Paşa, anayasanın 113. maddesinin Sultana tanıdığı yetkiyle sürgüne gider. Mart’ta Londra Konferansı toplanır. Büyük devletler yeni bir ültimatom verirler. Önerilerinin devletler denetiminde uygulanmasını isterler. ‘’Hıristiyan halkların huzuru ve genel barış için en uygun sayacakları önlemleri birlikte alacaklarını’’ bildirirler. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün savunucusu İngiltere, el altından ikili davranışlarda bulunsa da, bu kez Rusya’nın safındadır ve 1856 Paris Antlaşması’nın müdahaleyi yasaklayan 9. maddesi, bu ortak müdahale kararıyla tamamen ortadan kalkmış olur.
Batı devletlerinin Londra protokolünün kabulü yolundaki ortak ültimatomuna karşın, anayasa bayramını yaşayan Osmanlı Parlamentosu iyimserdir. Osmanlı Hükümeti, Londra protokolünü ret kararını Mebusan Meclisi’nin onayına sunar, hükümet, onaydan güç alıp, büyük devletlerin artan baskısına ‘Parlamento böyle istiyor’ diye karşı koyar. Rusya’nın Londra protokolünün reddini savaş nedeni sayacağı uyarısına aldırış edilmez. Saffet Paşa, 9 Nisan 1877’de ‘’Paris Antlaşması’nı ve insan haklarını hiçe sayan Avrupa’nın bize empoze etmeye çalıştığı vesayeti protesto ediyoruz’’ der. 24 Nisan’da Ruslar, Osmanlı sınırını geçerler. Parlamento, Haziran sonuna değin çalışmalarını sürdürür. 71 Müslüman ve 48 Müslüman olmayandan kurulu ilk Mebusan Meclisi, uysal gözükür. Sultanı ve Babıâli’yi doğrudan eleştirmekten kaçınır. Ama yüksek memurların ve valilerin yolsuzlukları eleştirilir, hükümete bu konularda sorular yöneltilir. Mayıs 1877’de ordu yenilgisi öğrenilince ancak Meclis hükümeti açıklamaya çağırır. 1877 sonbaharında Mebusan Meclisi yeniden seçilir. 64 üyesi Müslüman ve 49’u diğer dinlerden olan yeni meclis, belki de koşullar ağırlaştığından çok daha serttir. Ocak 1878 sonunda Meclis, hükümete güvensizlik bile bildirir. Ocak’ta Ruslar, Edirne ve Erzurum’a gelmişlerdir. İngiltere’nin öğüdüyle Babıâli, mütareke ister. Mebusan Meclisi 13 Şubat 1878’de Sultanın başkanlığında toplanır. Bir mebus, ‘’Sultan’ın iş işten geçmemiş iken Meclis’e akıl danışması gerekirdi’’ der ve bunu yapmadığı için ‘’Meclis’in tüm sorumluluğu üzerinden attığını’’ belirtir. 14 Şubat günü, Mebusan Meclisi, bütçeyi bile görüşmeden Sultanın buyruğu ile süresiz dağıtılır. Bu, İngiliz donanmasının İstanbul’a geldiği ve Rusların Çatalca’ya girdiği gündür. Abdülhamit, Meclis’i bir daha toplamaz, ama anayasayı da kaldırmaz. Anayasa metni, XIX. yüzyıl sonlarına değin, resmi hükümet yıllıklarında yayımlanır. Anayasaya göre kurulan Âyan Meclisi’nin yeni üyelerle tamamlanması, 1880’e değin sürer. Türkiye’yi tanıtmak amacıyla yabancı basında yayımlatılan bildiride Saffet Paşa, ‘’Ülkenin temel yasası olması nedeniyle anayasanın varlığını sürdürdüğünü’’ belirtmeye özen gösterir. Anayasa hem var, hem yoktur.
Büyük umutlarla başlanan ve bizi Avrupa devletlerinin müdahalelerinden kurtaracağına inanılan ilk anayasa denemesi, çok kısa sürede felaketle sonuçlanır. Rumeli’nin önemli bir bölümü ve bazı Anadolu illeri elimizden çıkar. Avrupa devletlerine müdahale hakkı, en kesin biçimde tanınır. İngiltere bizi koruma yolundaki hizmetlerine karşılık Kıbrıs’ı alır. Bir iki yıl sonra Mısır’ı yutar. Fransa Cezayir ile yetinmez, Tunus’a da sahip çıkar. Düyun-u Umumiye yönetimi ile Avrupalı alacaklılar, başlıca vergi gelirlerine el koyarlar. Abdülhamit dönemi başlar.
Mütareke Aydınları
Dünya Savaşı’ndan Türkiye tükenmiş olarak çıkar. Emperyalist İngiltere, Türkiye’yi ortadan kaldırmak kararındadır. Ama yine de İngiltere’den ve ‘Avrupa Ailesi’nden medet umulur. Damat Ferit, 1919 yılında bizi yenen devletlere sunduğu muhtırada, ‘Biz Avrupalıyız, Avrupa elimizden tutmalı’ der:
‘’Yirmi beş yıldan kısa bir zaman zarfında Türkiye, Avrupa milletler ailesine alınmıştır. Bu yolla sağladıkları parlak durumu hâlâ anımsayan Türkler, Batı’nın büyük devletlerinin yardımıyla ileri hareketlerine devam etmeyi istemektedir.’’
Yalnız Damat Ferit mi, Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen kişileri bile, İngilizlere kapılanma yoluyla durumu kurtarma çareleri ararlar. Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, Rıza Nur, Dışişleri Bakanı Bekir Sami, İngiliz temsilcilerine ‘Bizimle uzlaşırsanız, Bolşeviklere karış bekçiliğinizi yaparız’ anlamına gelen kişisel öneriler yaparlar. İngiltere’den umudunu kesen İstanbul aydınları ise, Amerika himayesine girerek vatanı kurtarmayı umarlar. İsmet Paşa, Amerikan mandasının tek alternatif olduğuna Atatürk’ü inandırmak için Ankara’ya gider ve geri döner.
Dipnotlar
- Çukurova’da pamuk üretimi Paşa döneminde gelişir, sonra duraklar. Çukurova pamuk işçileri, son günlere değin, iş bitiminde Paşa’ya üç kez rahmet okurlardı...
- O günlerde Avrupa büyük devletlerinin aralarında kurdukları birliğe “Avrupa Konseyi” denir. Bu Konsey’e alınmakla, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa büyük devletlerinden sayılacaktır.
- Bu fiili anlaşmaya uygun biçimde, 1860’larda biri imam olan beş Müslüman, Protestan olur, İstanbul hanlarında vaazlar verir ve Müslümanlığa kıyasıya çatar. Halk, bu dönmeleri öldürmeye kalkışır. Babıâli, kışkırtıcı dönmeleri hapsederek olayı yatıştırmaya çalışır. Hükümet bir ara Anglikan misyonerlerinin dershaneye çevirdikleri han odalarını, İncil ve benzeri din kitapları satan dükkânları kapatırsa da, bu son önlem ‘mesken masuniyetini ihlal’ sayılacağından durdurulur. Zaten İncil’in sokaklarda ve vapurlarda Müslümanlara satılması serbesttir.
- Sultan Abdülhamit de, 1896 yılında Hıristiyan reformları için İngiltere Başbakanı Lord Salisbury tarafından fena halde sıkıştırılınca, Alman İmparatoru’ndan şu ricada bulunur: ‘Büyükelçiler bana resmen reform önerisinde bulunmasınlar. İstenen düzeltmeyi, resmi olmayan kanallardan bana iletsinler, ben kendi kararımlaymış gibi o reformları gerçekleştireyim’. Alman Elçisi kanalıyla Berlin’e iletilen bu resmi belgenin altına İmparator, Abdülhamit için ‘Ne üçkâğıtçı!..’ diye not düşmüş.
- Barıştan yana olan Meclis-i Vâlâ’nın Müftüsü Arif Efendi, ‘Akd ve fesh-i sulhde İmamü’l Müslimin muhtardır, fetvaya gerek yoktur’ derse de, sözünü dinletemez.
- Fransa, İngiltere, Prusya ve Avusturya’nın birlikte hazırladıkları senet taslağı.
- Aslında Mithat Paşa ve arkadaşları Cumhuriyet’e karşı değillerdir. Fakat halkın padişaha bağlılığından çekinirler. Ancak medreseden yetişme Ali Suavi, ilk dört halife dönemindeki gibi seçimle gelmiş bir cumhurbaşkanını savunur. İlk İslam'a dönüşü düşleyen Ali Suavi, Meşrutiyet kavgasına halkı da katma yanlısıdır. Öteki Yeni Osmanlılar, saray darbesi ve sefaret desteğiyle yetinirler, halkı ise karıştırmazlar. Ali Suavi, halkı ayaklanmaya çağırır: ‘Eğer siz salyangozlar gibi boş kafayla dolaşmak istiyorsanız, despotlar size hiçbir zaman başınızı kaldırma izni vermezler. Sizler kölesiniz. Ancak kılıca sarılırsanız despotlara karşı koyabilirsiniz. Siz insansınız ve özgürsünüz.’ Ali Suavi, Sultan Murat’ı hapisten kurtarmak için yandaşlarıyla beraber, elde sopa, Çırağan Sarayı’na saldırır ve ölür.
- Anayasa’nın kabulü ve Meşrutiyet’in ilanına halk ilgisiz kalır. Selanik’teki Amerikan Konsolosuna göre, Hıristiyanlar anayasaya tümüyle güvenmediklerinden olayı önemsemezler. Müslümanlar ise Hıristiyanlara çeşitli haklar tanınmasından bir miktar kaygılanırlar. Anayasa ve parlamento sözcükleri, Ahmet Mithat’ın deyişiyle halka yabancıdır. Anayasa’nın ilanından kısa bir süre sonra, anayasanın yapıcısı Sadrâzam Mithat Paşa’nın tutuklanıp sürülmesinin tepki uyandırmayışı, ilgisizliğin kanıtıdır.
Kaynak www.ileri2000.org