Osman Yüksel SERDENGEÇTİ
Serdengeçti…
Serdengeçti deyince, aklımıza hep şiir kokan, iğneli ve okuyucunun içine kadar işleyen satırları geliyor.
O, bizim gibi. Halktan, halkın içerisinden biriydi. Yazdığı satırlarla, bazen Yunus’u; bazen Mevlana’yı; bazen de Akif’i gözlerimizin önüne seriyordu. Onların diliyle, onların birikimini; bizlere, halkın ağzından anlatıyordu.
Doğru bildiğini; zaman, mekân ve sıfat ayırt etmeden haykırıyor. İnandıkları uğrunda yıllarca hapishanelerde yatmayı göze alıyordu. İnandıklarını Mabetsiz Şehir kitabındaki “Hakikatler” makalesinde özetliyor ve şunları söylüyordu: ‘Biz mücadele ederken, yazarken bir şeyin hakikat olup olmadığına, millete ve memlekete yararlı olup olmadığına bakarız. Amma bu yazdıklarımız zülfüyâra dokunacakmış, filanca kanunun filanca maddesine uygun düşmüyormuş, ona bakmayız. Hak bellediğimiz yolda heyecanla, aşkla yürümeye devam edeceğiz. Bu yolda ölmek var, dönmek yok…’.
“Özlediğim Âlem” makalesi ile hayal ettiği ülkeyi ve insanlarımızın sıkıntılarına karşı savunduğu fikirleri kısa ve öz olarak okuyucuna anlatıyor. Adeta her vatan sevdalısına bir kılavuz hediye ediyordu.
Yazar kimliğinin yanı sıra, şiirleri ile de bu milletin dertlerine tercüman olan Serdengeçti’yi, anlatmayı bitirirken, son nefesini verirken, dilinden döküldüğüne inandığımız satırları sizlerle paylaşacağız;
‘Ben bir Türküm!..
Perişanım!..
Çünkü Türklük perişan!..
O ağlarken ben gülemem,
O ölürken ben kalamam!’
Aziz ASLAN
Osman Yüksel Serdengeçti (1917) - (1983)
Asıl adı Osman Zeki Yüksel'dir. Aralarında Ahmet Hamdı Akseki, eski müftülerden Hacı Salih Efendi'nin de bulunduğu âlimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. İlkokulu Akseki'de, ortaokulu yatılı öğrenci olarak Antalya'da okudu. Ankara'da Atatürk Lisesi'ni bitirdikten sonra girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde 2. Sınıf öğrencisi iken Mayıs 1944'te meydana gelen Türkçülük olaylarına karıştığı için öğrenimi yarıda kaldı. Nihal Atsız ve Alpaslan Türkeş'le birlikte bir süre tutuklu kaldı. Serbest bırakılınca fakülteye başvurarak öğrenimine devam etmek istediyse de kendisine izin verilmedi. Bunun üzerine, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e hitaben, çok sert bir yazı kaleme aldı. Osman Yüksel, yeniden hapishaneye gönderildi.
Hapisten çıkınca, ünlü Serdengeçti dergisini çıkarmaya başladı. Pek çok sayısı toplatılan bu dergide çıkan yazıları nedeniyle hakkında çok sayıda dava açıldı ve sık sık tutuklanıp serbest bırakıldı. Kendisine, “Serdengeçti” ünvanını kazandıran bu dergi, sık sık kapanması ve çıkan yazılarından dolayı çok sayıda mahkûmiyet kararı çıkması nedeniyle 33 sayı çıkabilmişti. (1947-Şubat 1962) Bir ara politikaya atıldı, A.P. listesinden Antalya milletvekili seçilerek, parlamentoda görev yaptı (1965–1969). Partisinin politikası ve parti ileri gelenlerine yönelttiği eleştiriler yüzünden A.P.'den ihraç edildi. Sonraki yıllarda mücadelesine yine yayımladığı yazı ve kitaplarla devam etti.
Eserleri:
1- Mabetsiz Şehir,
2- Bu Millet Neden Ağlar,
3- Bir Nesli Nasıl Mahvettiler,
4- Gülünç Hakikatler,
5- Akdeniz Hilalindir,
6- Ayasofya Davası,
7- Türklüğün Perişan Hali,
8- Kara Kitap, eserlerinden sadece bazılarıdır.
SERDENGEÇTİ 1
MABETSİZ ŞEHİR
BU MİLLET NEDEN AĞLAR
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI
YENİ BASIM, 2003
Ø Bu millete az bir şey verilse onu memnun etmek kabil. Hatta yalnız hal ve hatırını sorsan yine senden memnun olur. [s. 20]
Ø Ben mahut fakültede iken solcu sosyoloji hocalarında biri anlatıyordu. Bu sosyolog (Behice Boran) Anadolu’da tetkik gezisine çıkmış. Anlaşılan köylüleri, şunun bunun var da, senin niye malın mülkün, paran pulun yok, diye kışkırtmış olacak ki, köylüler kendisine şu cevabı vermişler:
“Allah beş parmağı bir yaratmamış ki…” [s. 21–22]
Ø Vakit bir hayli olmuştu artık. Mabetsiz şehri terk ediyordum. Dönüyordum. Yola, önüme yaşlıca birisi çıktı ve bana sordu: “Oğlum bu civarda camii şerif var mı?”
“Babam, dedim burada naşerifler, var.” Anlamaz gibi yüzüme baktı. “Bu şehirde mabut yok! Mabet yok!..” “Ne var ya?” dedi. “Burada oturan insanların ekseriyetinin mabutları ceplerinde, mabudeleri de yataklarında… İki yüzlü mabutlar, bir gecelik mabudeler…” [s. 22]
Ø Bizim milliyetçiliğimiz hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği değildir. Hakk’a tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir. [s. 25]
Ø Bütün gayemiz Küçük Asya insanının, o bilinmez, o görünmez, bir avuç toprak kadar mütevazı, fakat o kadar manalı ruhunu anlamak, “Bu toprak için toprağa düşenlerin” çocuklarını bu topraklar üzerinde mes’ut ve bahtiyar görmektir. [s. 26]
Ø Resmi gazeteler, günlük politika edebiyatı, yuvarlak masalarda şerefe kalkan kadehler, söylenen nutuklar bir tarafa, milletler arasındaki anlaşmalar, münhasıran menfaate dayanır. Yarın vaziyet değişebilir. Siyaset icabı dost düşman, düşman dost olabilir. Burada Hz. Muhammed’in (S.A.V.) bir hadisini nakletmeden geçemeyeceğiz: “Bir kimse ile dost oldun mu, ona her şeyini söyleme! Bir gün gelir dostun düşman olabilir!... Bir kimseye darıldın mı, ona ağır sözler söyleme! Bir gün olur, o kimse senin dostun olabilir.” Biz bir türlü ortayı bulamıyoruz. İfratla tefrit arasında gelip gidiyoruz!.. [s. 34]
Ø Şimdi soruyorum: Adil ve merhametli kanunlar! Hasan Ali Yücel’e dalkavuk dediğim için beni üç buçuk ay hapse ve yüzlerce lira para cezasına mahkûm eden, insan haysiyet ve şerefine en yüksek payeyi veren kanunlar! O zaman siz nerede idiniz; yalnız bunlar mı? Ben daha neler neler gördüm. Bayılıncaya kadar dövülen insanlar, mahzenlerde çürütülen, küf kokan canlı cesetler gördüm!... Şimdi anlıyorsunuz değil mi? Ben neden Serdengeçti oldum. Onun içindir ki Serdengeçti’deki her ses, her seda; maroken koltuk, bol harcırah, hususi vagonlu iktidar sahiplerinin rahatını bozmuştur.
Ø O satırlar bir feryattır, bir çığlıktır. Bir milletin ıstırabını haykırıyor. [s. 54–55]
Ø Istırap ve sefalet kadar insanları birbirine yaklaştıran ne var! [s. 75]
Ø…Onbinlerce genç insan, yerleri, gökleri titretircesine stadyumlarda “gol” diye bağırıyor! Bu yerleri, gökleri titreten sonsuz enerji membaları, bu heyecan ve galeyanlar, bir mefkûre üzerine teksif edilse, alimallah yeri göğü zapt eder. Bu hep bir ağızdan “gol” diyen ses “ol” dese bugün Türkiye bir cennet olurdu. Ne yazıktır ki enerjilerimiz, heyecanlarımız bir topun arkasında yuvarlanıyor, kaldırımlarda tükeniyor, sinemalarda bitiyor. [s. 78]
Ø Hira dağından yükselen ilahi bir ses, karanlık bir mağarada, Mekkeli bir yetimin gönlüne gürül gürül dökülen ayetler, hakikatler, nasslar… İşte milyonlarca insanı 1400 sene sonra peşinde sürükleyen büyük, ölmez, sonsuz hakikat!... Bu hakikat Ebubekir’de akıl, muvazene ve temkin; Osman’da cömertlik; Ömer’de misilsiz adalet; Ali’de sevgi, dostluk, aşk şeklinde tecelli etti!... [s. 91]
Ø Bu devir âlimlerle zalimlerin birleştiği bir devirdir. [s. 92]
Ø Timurlenk, Sivas’ı zaptettiği sırada adamlarına sormuş:
- Fethettiğimiz ülkenin sakinleri ne yapıyor?
- Ağlıyor efendimiz, demişler.
Timur:
- Ağlayanlardan korkulur.
Haracı, vergileri biraz daha ağırlaştırın, emrini verir.Vergileri ağırlaştırılır.
Timur yine sorar:
- Halk ne yapıyor?
Adamları:
- Ulu hakanımız halk düşünüyor, derler.
Timur:
- Düşünenlerden korkulur. Halkı biraz daha tazyik edin, buyruğunu verir.
Kuyruklar, Topal Hakan’ın buyruğunu yerine getiriler.
Halka olmadık işkenceyi yaparlar. Timur yine sorar:
- Şimdi ne yapıyorlar?
- Tuhaftır efendimiz, derler, halk şimdi bayram yapıyor.
Timur derin bir nefes alır: “Artık bu şehirden korkulmaz. Onlar ipi ucunu kaçırdılar.” der. Onlar gibi bizimkiler de ipin ucunu kaçırınca vur patlasın, çal oynasın! Nerde çalgı, orda kalgı, bayram, şenlik yapıyorlar. [s. 114]
- Bir santim yükselmek için, bir metre eğilen başlar, baş olmaktan çıksın. Baş, yerini ayağa teslim etmesin. Söz ayağa düşmesin.[s. 129]
Ø Suya sabuna dokunmadan bir sümük mendili bile temizlenmez. Kaldı ki bu kadar karışık cemiyet işleri… Bu kirli işler; temizlik ister! Suya da dokunacağız, sabuna da… [s. 136]
Ø “Her türlü kötülüklerle mücadele edenler felaha erdiler.” Allah’ın kitabı böyle yazıyor. Kul kitaplarının neler yazdığını bilmiyorum. Şüphesiz ki kanunlardan evvel insanlar vardı. İnsanlardan evvel Allah… [s. 137]
Ø Bir Avrupalı geldi. Ona Ankara ve modern tesisler gezdirildi. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne götürüldü. Bozkırın ortasında köy çocukları Yunan klasiklerini, Şekspir’in eserlerini oynuyorlardı. Avrupalı hayran, bizimkiler hayran! Garplı seyirci, “Büyük terakkiler kaydetmişsiniz, tıpkı bize benzemişsiniz!” dedi. [s. 151]
Ø Bu milletin bir derdi var; bir değil bin derdi var! Fakat bu dertlerin başında, şu demokrasi devrinde Müslüman Türk’ün davasını benimseyen, onun derdini kendine dert edinen, onun isteklerini, ihtiyaçlarını dile getiren bir tek, amma bir tek yevmi gazetenin bulunmayışı geliyor. Bugün kelimenin hakiki manasıyla ortada “Türk Matbuatı” diye bir şey yoktur. Sadece Türkçe çıkan Yahudi menşeli, yabancı ruhlu, yalancı haber veren bir yığın basma kâğıt tüccarı var. [s. 152]
Ø Milli Mücadele’yi başaran, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin tarihi zabıtları, ciltler tutar. Ondan sonra toplanan meclislerin tarihini bir tek cümlede toplamak kabil: Bravo sesleri, alkışlar, oybirliği ile kararlar… [s. 163]
Ø Komünist kelimesi ağızlarda çiğnene çiğnene tehlikeli bir kelime olmaktan çıkmıştır. Buna mukabil milliyetçilik de meydanlarda söylene söylene kabak tadı vermiş, en sonunda kumar sandığına (milli piyango) kadar inmiş yapışmıştır. [s. 169–170]
Ø Dünyanın bütün hazineleri Avrupa’ya taşındı. Amerika’nın yerli medeniyetleri yıkıldı. Afrika yağma edildi. Avrupalılar, Avustralya’da, sırf zevkleri için, insan avına çıktılar. İnsan haysiyet ve hürriyetini ilan eden Avrupa, yaptıklarını meşrulaştırmak, çaldıklarını helalleştirmek için yeni yeni nazariyeler ileri sürdü. (Co Cobinon’un) ortaya attığı “beyaz ırk üstünlüğü” nazariyesi bunlardan biridir. Ameli olarak efendi milletler, köle milletler olarak ikiye ayrılan milletler, bu suretle nazari olarak, hukuken de ikiye ayrılmıştı. İnsan ticaretini, köleliğini kaldırdığını övüne övüne söyleyen Avrupa, memleketler ve kıt’alar dolusu insanları köle ve esir etti. [s. 172-173]
Ø Tam 36 devlet kurmuş, asırlarca 3 kıt’ada dimdik durmuş, koskoca bir milleti, politika icabı, muayyen bir kadro içine sokmaya, dar, mahdut sınırlar içine hapsetmeye kimsenin hakkı yoktur. Devlet başka, millet başkadır. [s. 189]
Ø Bunlara göre Anadolu halkı ile Orta Asya Türklüğü arasında hiçbir münasebet yoktur. Her iki grubun coğrafyası; tarihi, içtimai organizasyonu başka başkadır. Anadolu’da yaşayan bu halk, ne Türktür ne Rumdur, ne şudur, ne budur. Sadece Anadolu halkıdır. Bu halka Türk milleti adını vermek bile doğru değildir. En doğrusu “Anadolu milleti” demelidir. Yepyeni bir tabir karşısındayız: Anadolu milleti… İnsanı ve milleti nebatlar gibi toprağa çivileyen, yalnız muhitle izaha yeltenen bu görüş, yarım, sakat bir görüştür. Sonra bugün Anadolu’da yaşayan Müslüman Türk halkının Orta Asya, Kırım, Balkan Türklüğü ile hiçbir alakası olmadığı iddiaları da gülünçtür. Dilimizin, dinimizin, kültürümüzün, tarihimizin bir kelime ile bütün varlığımızın kökü, esası orasıdır. Bugün Orta Asya Türklüğü mahvedilmiş olabilir. Fakat bu hadise tarihi hakikatleri değiştiremez!... Asırlarca Garp Türklerine, hatta bütün İslam dünyasına ilim, irfan, kültür kaynaklığı yapan Orta Asya’dır. … [s. 190]
Ø Biliyoruz “Dert çok, hemdert yok, düşman kavidir”. Fakat biz bu yolun kara sevdalısıyız!... Sevdalıya düşman ne yapar! Aramızda dağlar, sınırlar, serhatler varmış!... Olsun!... Sınırlar, dağlar, serhatler, Ferhatlara, Serdengeçtilere ne yapar? Ne yapabilir?
Bu millet neden ağlar?
Bu millet dertli millet, ondan ağlar!
Bu millet aşık millet, ondan ağlar!
Bu millet büyük mazisini, bütününü, canını cananını kaybetti. Onu arıyor! Ondan ağlar!... [s. 192]
Ø Tarihi, kitaplardan okuduk. Coğrafyayı, haritalardan öğrendik. Eskiden haritada dahi büyük bir vatanımız varmış! Üç kıt’a ve yedi deniz emrimize amade imiş! Biz bunları masal gibi dinledik; hayal gibi yaşadık. Bizlere muayyen bir siyasetin mukadderat çizgisi gibi değişmeyen sınırlarını ezberlettirdiler. “İşte vatanımız burasıdır” dediler. [s. 201]
Ø Dünyada bizden başka hiçbir millet yoktur ki, aynı coğrafi sahada bulunsun, aynı ırktan, aynı dil ve dinden olsun da ayrı ayrı yaşasınlar!.. Sağ kolumuz bir yerde, sol kolumuz bir yerde kalış gibi tuhaf, garip bir haldeyiz! [s. 201]
Ø Mensup olduğumuz dinin büyük kurucusu Hz. Muhammed (S.A.V.) canlı cansız, zerrelerden kürelere kadar, bütün mevcudatın sesini duyuyor, şikâyetlerini dinliyordu. Biz, onun ümmeti olacak bizler, yanı başımızdaki mazlumların feryatlarını bile işitmiyoruz, rahatımızın bozulmaması için kulaklarımızı tıkıyoruz! Akif, büyük insan, bu vurdumduymazlık karşısında isyan ederek şöyle feryat ediyordu;
Ey şark! Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun sen bana, böyle değildin!... [s. 203]
- Korkunç Rus kâbusu, (Doğu) Türkistan’ın bağrında tazyik ve tedhişini 1943 yılına kadar devam ettirdi. Bu süre içerisinde Türkler, tarihin en karanlık çağlarında bile yer almamış bulunan baskı ve gayriinsani zulümlere maruz kaldı.
Bu tüyler ürpertici hareketlerden, en vahşi ve yamyamların bile iğreneceği bu açık hakikatlerden bir kısmını aşağıda sıralıyoruz:
1. Türklerin başına madeni bir başlık giydirerek bundan elektrik cereyanı geçirip ve böylece masumun gözlerini dışarı fırlatmak suretiyle eziyet etmek.
2. Başını bir makineye, ayaklarını da başka bir makineye bağlayarak her iki makineyi asi istikamete hareket ettirmek suretiyle birçok masum Türklere feci şekilde eziyet etmek.
3. Kızgın demirle vücudu dağlamak.
4. Dağlanmış vücut üzerine kızgın yağ dökmek.
5. Vücudun çeşitli yerlerine demir çiviler ve gramofon iğneleri çakmak.
6. Türklerin tırnaklarının arasına, parmakları parçalayacak şekilde çivi çakmak.
7. Türk’ü bir sabit yuvarlak üzerine dikerek orada günlerce bırakmak.
8. Kışın sıfırın altında otuz derece soğukta buz blokları üstünde yatırmak.
9. Başın ve bütün vücudun derisini yüzmek.
10. Vücudu keskin uçlu demir taraklarla taramak.
11. Türkleri sıkıca bağladıktan sonra ağız ve burun deliklerine kostik ve diğer yakıcı asitler dökmek. (Bunlar yapılan işkencelerin bir kısmıdır.) [s. 220-221]
Ø Türkiye’de hiçbir zaman, bilhassa gazeteciler Türk milletinin hakiki hissiyatına tercüman olamamışlar, hele meselenin Müslümanlarla, Müslümanlıkla alakası varsa, ona ya Hıristiyan, ya Yahudi penceresinden bakmışlardır. [s. 222]
Ø Bütün İslam âlemi şunu bilsin ki: Türk milletinin Müslüman Anadolu halkının hissiyatını, fikriyatını yarı Fransızca, yarı Türkçe konuşan, Anadolu halkıyla zerre kadar alakası olamayan, onun inandığına inanmayan, onun gibi düşünmeyen, kendilerine Türk matbuatı süsü veren monşerlerden öğrenmek mümkün değildir. Onların âlemi başka, Türk milletinin âlemi başkadır. Hükümetimiz hakikaten bir İslam siyaseti gütmek, İslam milletlerini etrafında toplamak istiyorsa, büyük müttefiklerimize anlatmalı ki: “Bizim coğrafyadan, tarihten, kendi bünyemizden gelen hususiyetlerimiz vardır. Biz kendi hususiyetlerimiz içinde manalıyız ve bir kıymet ifade ederiz. Eğer bizi kuvvetli bir müttefik, Yakın Doğu’nun lideri olarak görmek istiyorsanız bazı hususlarda bizi kendi halimize bırakınız. Mesela biz bir Türk ve Müslüman olarak Afrika hadiseleri karşısında sizin gibi hareket edemeyiz. Bir kere biz, Birinci Dünya Harbi’nin sonunda aynı İstiklal Mücadelelerini yapmış insanlar olarak hürriyet ve istiklal mücahitlerini tutmak mecburiyetindeyiz. [s. 223]
Ø Türkler için Kafkasya’nın ve burada yaşayan halkın bambaşka bir ehemmiyeti vardır. Bir kere bu insanların çoğu soy bakımından Türktürler ve hemen hepsi Müslümandır. Dahası var: Asırlardan beri İslam-Türk alemini tehdit eden Rus istilasına karşı bu adamlar Kafkas dağları kadar dik, sarp mizaçlarıyla karşı koymuşlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun Şimal bekçiliğini yapmışlardır. Ne yazık ki biz, bizi de emniyet altına alan bu bir avuç kahramanın mücadelesine karşı alakasız kalmış, onları kendi kaderiyle yalnız bırakmışızdır. [s. 241]
Ø Orta Asya Anavatan Türkleri… Garbi Türkistan, Kızıl Çinlilerin eline yeni düşen Şarki Türkistan… Kazan, Buhara, Taşkent, Kaşgar, Urumci. Bu Anavatanın, ana şehirleri… Hafızamızı, duygumuzu kaybetmiş gibiyiz… Bu topraklarda 80 bin (Kıbrıs’taki Türk nüfusuna gönderme yapıyor) değil 50 milyona varan Türk, Türklük ne oldu? Koskoca bir alemi, koskoca bir milleti tarihe mi gömdük, mezara mı?
Biz Anadolu Türklüğü onların bir koluyuz. Küçük Asya bugünkü vatanımız, Büyük Asya’nın bir parçasıdır. Kol gövdeden, parça bütünden kopmuş, ayrılmış! [s. 241]
Ø Gençliğe gerçek ataları unutturulmuş… Hakikat diye türlü mavallar, martavallar yutturulmuş… Bir zamanlar esir Türk ellerinin kurtuluşunu istedik diye, bu mazlum insanlara, bizden olan Türk-Müslüman insanlara içimizde muhabbet besledik diye, şehirlerden şehirlere mi sürülmedik, tabutlarda zincirlere mi vurulmadık, çarmıhlara mı gerilmedik?! Keşke o ruh, Türklük ruhu, Türklük sevgisi yeniden doğsa da yine zindanları boylasak… [s. 242]
Ø Aslen Osetyalı olan ve bir müddet evvel hürriyeti seçen sabık Kızılordu albaylarından Tokayev’in açıkladığına göre, birçok Çeçen-İnguş, facianın (1944 sürgünü) vuku bulduğu mitinglerde katledilmişti.
“Bu zulme, bu hainliğe ağlamak ve hayret etmek bize düşmez. Dağlıların hürriyet ve istiklal için yaptıkları yarım asırlık mücadeleyi hatırlıyoruz. Şamil’i hatırlıyoruz. Çarların ve Sovyetlerin istibdadı altında geçen yılları hatırlıyoruz. Ölelim, vatandaşlar, fakat şerefle ölelim! Silah başına dağlılar!” [s. 245]
Ø Rus Bolşevizminin önderlerinden biri olan Kirov şöyle diyordu: “Kafkasya bize petrolü ve erzakı dolayısıyla lazımdır.” [s. 246]
Ø Türk orduları krallıklar devirir, kıt’aları fetheder, Türk donanması denizlere meydan okurken Türk asarı gökleri tutuyor, ruhlara, vicdanlara hükmediyordu. İlim, ahlak, adalet birer mefhum olmaktan çıkmış, bir gerçek olmuştu. Garp müelliflerinden biri bin bir çeşit insanın, dinin, dilin kaynaştığı kozmopolit İstanbul’da Kanuni devrinde, dört senede zabıtayı alakadar edecek ancak 34 vak’a zuhur ettiğini yazıyor ki bu, üzerinde ibretle durulacak bir hadisedir. [s. 251]
Ø 1683, Viyana’yı kuşatıyoruz. Kendisini düşmanlarına karşı himaye ettiğimiz Polonya bizi arkadan vurmuştur. Viyana’dan dönüyoruz. Bu, Avrupa’dan dönüyoruz demektir. Avrupa yeni dünyalar, yeni fikirler yeni alemler keşfediyor, kıt’a, orta zaman müesseselerini, onları yapan destekleyen fikir ve zihniyetleri silkip atmıştır. Biz her türlü yeniliğe gözlerimizi kapamış, hareket ve faaliyeti bırakıp tekke ve zaviyelere gömülmüşüzdür. [s. 252]
Ø Çanakkale üç kıt’a ve yedi deniz İmparatorluğu’nun son kalesidir. Yedi iklim, yetmiş millet ve yedi yüz senelik korkunç bir medeniyet, bütün imkânlarıyla seferber edilmiş, karşımızdadır… Anadolu yaylalarından vatan topraklarını müdafaa için koşup gelenler, medeniyeti bütün çıplaklığıyla çıplak sinelerine çevrilen 42’lik topların cehennemi karanlığında görmüşlerdir. Türk azmi ve Türk iradesi toplanış ve dayanışların en büyüğünü Çanakkale’de yapmıştır. Filozoflar ruhun varlığı, yokluğu hakkında münakaşalar yapsın, cilt cilt eserler veredursunlar; Çanakkale’de olup bitenler bizi ister istemez ruh denilen cevherin varlığına götürüyor.
Çanakkale’de mağlup olan şu veya bu devlet ve devletlerin donanmaları, orduları değildir. Çanakkale’de asırlardan beri, şark milletlerini köleleştiren, onları derisine kadar yüzen, bir türlü doymak nedir bilmeye aç, haris, muhteris bir siyaset, emperyalizmi meşru gösteren materyalist bir felsefe mağlup olmuştur. [s. 253]
Ø Millet; Erzurum, Sivas ve nihayet Ankara’da bir iman ve irade bütünlüğü halinde toplanıyor. Kağnılar tozlu Anadolu yollarında yavaş yavaş yürüyedursunlar, kararlar bir yıldırım hızıyla verilmektedir. [s. 254]
Ø O günleri gören yaşayan bir zat Meclisin açılış merasimini şöyle anlatıyor:
“23 Nisan Cuma günü idi. Mebuslar ve Ankaralılar Hacı Bayram Camii önünde toplandılar. Öğle namazı kılındıktan sonra üç mebus hoca, Kuran-ı Kerim’den sureler okudular. Duasını da Meclis’te okumak üzere camiden çıktılar. Hacı Bayram Veli’nin sancağını çıkardılar. Sinop mebusu Hoca Abdullah Efendi, yeşil örtü üzerinde Kuran- Kerim ve Sakal-ı Şerif bulunan bir rahleyi başına koydu. Camiin etrafında toplanmış olan halk tekbirler getirerek harekete geçti. İki sıra olmuş askerler de rahleyi taşıyan mebusun etrafına dizildiler. Alay, Karaoğlan Caddesi’nden Ulus Meydanı’na saptı. Bu büyük kalabalık nihayet Meclis’in önünde durdu. Bursa mebusu Hoca Fehmi Efendi bir dua okudu. Bundan sonra Meclis’in kapısı önünde iki kurban kesildi. En önde Ankara mebusu Mustafa Kemal Paşa, arkasında mebuslar olduğu halde içeri girdiler. Hacı Bayram Veli’nin sancağını kürsüye diktiler. Kuran-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif’i de kürsüye koydular. Mebuslar Meclis’in içinde dua ettiler!” [s. 257–258]
Ø Bizim yolculuğumuz ebedi bir yolculuk… Bizler ebedi yolcularız… Önü, sonu olmayan, bitmeyenin, tükenmeyenin, göçmeyenin, çökmeyenin yolundayız!.. Hak yolunda bağrı yanık yolcularız…
Bu yolda yürürken istiklalimizden, istikbalimizden, hürriyetimizden her şeyimizden olacakmışız!.. Hapishanelere düşecekmişiz… Eyvallah!.. Eyvallah!.. Hapsine, hepsine razıyız!.. Biz ölümü göze almış insanlarız!.. Ölümden ötesi var mı? “Urganda da ölüm, yorganda da…” diyoruz!.. Biz bu yolun, delisi divanesi, bu işin hastasıyız… Biz hak yolunda bağrı yanık yolcularız… [s. 267]
Ø Dündar (Taşer) kelimenin tam manasıyla zeki adamdı. Konuşmaya başladığı zaman tadına doyulmazdı. Her şeyi açardı, seçerdi… Konuşurken kendinden geçerdi zekânın terlemesiydi. Herkes gibi konuşmazdı. Kimsenin görmediği, bilmediği şeyleri bulur çıkarırdı. Yahut hepimizin bildiğimiz, üzerinde kat’i hüküm verdiğimiz nesneleri, fikirleri, kanaatleri yeniden öyle ele alışı, anlayışı ve anlatışı vardı ki, tutulur kalırdınız. [s. 272]
Ø Dündar günün moda fikirlerine sahip çıkmazdı. “Desinler”in, “alkışlasınlar”ın, “beğensinler”in adamı değildi. Fikri olan adamdı. Bu fikir moda fikirlerden değildi. Kökü vardı. Köklüydü. Evet, ferdiyetçi, liberalistti. Liberalizmi ferdiyetçiliğinin bir neticesi olarak görürdü. Amma bu ferdiyetçilik dar, nefsanî bir ferdiyetçilik, amma bu liberalizm her şeyi silip süpüren imansız insafsız bir kapitalizme varan liberalizm değildi. Onun ferdiyetçiliği toplumu da içine alan, geniş, engin bir ferdiyetçilik, onun liberalizmi insan haysiyetine, zekasına, buluşuna değer veren renkli, ışıklı, insaflı, imanlı bir liberalizmdi. [s. 274]
Ø Küçük, diri “Hareket”li bir partinin fikir ve hareket mesuliyeti, üzerinde idi. Son yıllarda anarşizme, komünizme, Kürtçülüğe karşı Milli Hareket’in gençleri çetin bir mücadeleye girişmişlerdi. Gençlerimiz fakülteye sokulmuyor, yurtlarından kovuluyor, dövülüyor, öldürülüyorlardı. Ben bağrından vurulan Süleyman Özmen’i, bu dağ gibi imanlı çocuğu, üniversite koridorlarında bir dal gibi devrilen İmamoğlu Yusuf’u, ciğerleri pompa ile parçalanıp binanın üst katından sokağa atılan Önkuzu Dursun’u, daha tırnakları sökülenleri, tabanlarının altı üç hilal şeklinde yarılanları gördükçe perişan oluyordum. Bir gün dayanmayıp telefonu açtım. Dündar’a: “Ne oluyoruz kumandan. Bu çocuklara ben dayanamıyorum” dedim. Dündar iki kelime ile cevap verdi.
“Darülharp… Harpteyiz…” sonra ses yok. Kendi kendime Darülfünun… Darülharp… Darülcünun… Üniversiteler harp sahası haline geldi… Aman yarabbi!.. demiştim. [s. 275]
ÇALIŞMADA EMEĞİ GEÇENLER:
VELİ EMRAH KOÇAK
ÜLKÜM BETÜL GÜNGÖR
HIDIR DÜZKAYA