Geleneksel Değerlere Dayalı Akademisyen ve Zihniyet Dünyası
Türk toplumunda akademisyenlik oldukça önemli bir statüdür.
Türk toplumu dünyadaki başta sanayileşmiş toplumlar olmak üzere diğer dünya toplumlarından oldukça farklı bir özellik taşımaktadır. Öncelikle Türkiye; Selçuklu ve Osmanlı mirasına sahip, yeryüzünde son bin yıllık sürecin sekizyüzyılında İslam dininin bayraktarlığını dinamik bir şekilde yapmış bir toplumdur. Bu süre içinde aktif olarak diğer dinler ve medeniyetler, dünyada Müslüman Türklerin İslam savunuculuğundan dolayı pek de etkin olamamışlardır. Bu durum Fransız ihtilali, Sanayi Devrimi ve bunların getirmiş olduğu seküler ahlakın somut siyaset üretmeye başladığı 19.yüzyıla değin böyle devam etmiştir. Bundan dolayı 19.yüzyıldan başından itibaren, Müslüman Türkler bir daha dünya siyasetine yön vermesinler diye bir kısım çeşitli yabancı gruplar, ülkeler ve hatta medeniyetler hem içi yapımızda hem de dış dünyada mücadele etmektedirler. Türkiye’nin İslam’ın bayraktarlığını yapma özelliği nedeniyle çeşitli kurumları, kaynakları, toplum yapısı içindeki unsurları ve medeniyet değerlerine karşı daimi bir ikilik, kışkırtma, fitne çıkarma gibi ayrılıkçı politikalara maruz bırakılmaktadır. Bu ayrılıkçı politikaların Türkiye’de başarı kazanmasının en başında gelen unsurlardan birisi geleneksel değerlerine sahip akademisyenlerimiz olduğu söylenebilir. Bu kesim ağırlıklı olarak bilim yöntemlerini pozitivist felsefeye dayandırarak yapmaktadır. Bu durum, dolaylı yoldan geleneksel değerlere sahip akademisyen üzerinden bir yabancılaşma, İslam’dan uzak sosyal düşünmenin hakim kılınmasının yolunu açtığı söylenebilir.
Türkiye’de, İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapmış bir toplum olması özelliğiyle, oryantalizm, emperyalizim, liberal-kapitalist pagan yapısı, Türkiye’nin bu niteliğini kontrol altında tutabilmek için 19.yüzyılın başından itibaren batılılaşma, batıya benzeme, batı teknolojisini alma adı altında seküler bir bürokrasi oluşturulmuştur. Bu seküler, jakoben bürokrasi, toplumu, modernleşmeci(batıcı/ilerici) ve gelenekselci şeklinde kutuplara ayırarak iki ana kesimin oluşmasına yol açmıştır.
İşte bu uygulamaya bağlı olarak genel Türk akademisyen yapında dual bir yapı oluşturulmuştur.
Bu dual yapıdan ilki, Batılı değerlere göre bilgi üreten ve yaşama tarzını buna göre şekillendiren bir akademisyen grubudur. İkinci kesim ise geleneksel değerlere daylı bir zihniyet içerisinde bulunan akademisyendir. Bu akademisyen tipi de, Batı’lı pozitivist değerlere göre(özellikle onun sosyal bilim yöntemi üzerinden) bilgi üreten ve gündelik hayatında da, modern Batı yaşam tarzı ile İslam’ın geleneksel değerlerini de nispeten hayatına geçiren “ikircikli” bir hayat ve dünya görüşü taşıyan akademisyendir.
Batı pozitivizmine göre sosyal bilim üreten ve bu dünya görüşünü hayat tarzı olarak kabul eden akademisyenlerin kimliği açıktır. Batı’cı, seküler, pozitivist, İslam’ın bilgi anlayışına karşı duran bir bilgi üretmenin bu kesimde var olduğu zaten bilinmektedir.
Türkiye açısından bu konuda temel sorun, geleneksel değerlere sahip olduğunu ifade eden akademisyenin bulanık zihniyet dünyasına sahipliğidir. Bu kesimin bulanık zihniyet yapısını oluşturan ana etmelerin başında ise; Eski Yunan geleneğinden başlayan aydınlanma felsefesi ile devam eden ve pozitivist felsefeye dayalı bilgi yöntemini kullanarak, Batı bilim anlayışına göre taklit bilgi üretmesidir. Bu yönüyle de Türk toplumunun geleneksel değerlerini taşıdığını düşünen akademisyen, özgün olma yetisini dumura uğratmıştır. Bu kesim sadece bilim yöntemi tercihi ile kalamamış, aynı zamanda bu bilgi yöntemini de kendi yaşam tarzına taşımıştır. Böylece okumuş olduğu pozitivist bilgi ile iç içelik taşır hale geldiğinden, ortaya İslam’ a göre pagan sayılan bilim anlayışı ve bulanık karışık bir yaşam tarzını hayat gerçeği olarak benimser olmak zorun da kalmıştır. Oysa Batı pozitivist bilim anlayışı ve onun sosyal bilimlere yansımış yöntemi, ortaya; liberalizm, kapitalizm, sekülerizm, laiklik, egoizm, hedonizm, antroposentrik(kendini tanrı yerine koyma) yaşam, dünya merkezli bir toplum ve hayat anlayışını ortaya çıkarır. İslam ise tek bir Allah’a inanmayı, dayanışmayı, dünya ve dünya hayatından sorgulanacağın ahiret hayatını,kul merkezli olmayı, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyayı hemen ölüp bu hayattan sorguya çekilmeye hazırmış gibi ahireti önemseyen bir net zihniyete sahiptir.
Yine İslam, “ben ilmin şehriyim” diyen Peygamberimiz (SAV)’in ortaya koyduğu davranışları (sünnetleri) ve “güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” beyanlarıyla ideal örnek Hz.Peygamber’imizin ahlakını model almayı temel alır. İşte geleneksel değerlere sahip akademisyenimiz, İslam’ın tevhit anlayışını ve Hz .Peygamber Efendimiz(SAV) örnek ahlakını dil ile inandığını ifade etmiş olsa da, günlük hayat içindeki bilim uygulaması itibariyle, Batı pagan pozitivist felsefesini benimsemeye yönlendirildiğinden; fikir üretmede, sosyal sorumluluk taşımada gündelik davranışlarında ikisi arasında kaldığından “”ikircikli” bir hayat ve tavır sergiler durumu gelmiştir. Böylece zihni bulanıklaşmış duruma gelmiştir. Bu bulanıklılık, nifak, fitne ve ayırımcı politika üretenlerin işini kolaylaştırmıştır. Ayrıca ortaya çıkan bu zihin bulanıklığı, gelenekselci akademisyeninde hem dünya hem de ahiret sorumluluğu açısından fert ve toplu ölçeğinde zemin kaymasına yol açabilecek tehlikeleri de işaret eder olmuştur.
Sonuç olarak geleneksel değerlerimize sahip akademisyenimiz, medeniyet değerlerimiz açısından öncelikle “kul” insandır. Bilgiyi İlahi rıza için üretmek durumundadır. Bu üretim işi aynı zamanda toplumumuzun sosyal gelişmesine katkı sağlayacağından dinamik bir toplum yapısını ve üretken, girişimci insan tipini de ortaya çıkaracağı beklenebilir. Bütün bunları sağlayıcı ana grup ise toplumun düşünce yapısını kendi kültürüne göre biçimlendiren geleneksel değerlere bağlı olan akademisyen topluluğudur.