21.Yüzyıl Sürecinde Türkiye'nin Kalkınması Açısından Özgün Sosyal Bilim ve Yöntem İlişkisinin Önemi
Değer yargılarının sosyal bilimler içindeki merkezi durumu, sadece kültürden ileri gelen ve insanları harekete sevk eden duygu ve heyecanların bir kalıba sokulmuş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı değerler, insan davranışlarını belirleyen başlıca etkenler olduğundan, sosyal bilimlerin başlıca inceleme konularını oluşturmaktadır.
Kendi mensup olduğu kültür sisteminin değerlerini inceleyen sosyal bilimci, aynı zaman da o değerlere de bağlı bulunduğundan, bu değerleri bilimsel çalışmalarına karıştırmaktan alıkoymak, elbette kendisi için güçtür. Araştırma konusu sadece değerler sistemlerinin tasviri değil, fakat birbirine tezat oluşturan değerlerin(örneğin Batı medeniyeti- Türk-İslam medeniyetinin) tahlil edilmesi olduğu zaman, bu güçlük özellikle kendisini göstermektedir. Böyle bir durumda tezatlık oluşturan sistemlerden birine karşı sosyal bilimcinin kişisel eğiliminin, zıtlık taşıması ihtimali oldukça yüksektir (Goode/Hatt 1973 :33).
Yani sosyal bilimler çok faktörlü bilimlerdir. Bir başka ifade ile sosyal realite de sonuç üzerinde rol oynayan faktörlerin sayısı oldukça fazladır. Bundan dolayıdır ki, kültür değişmelerinin çeşitli çağlarda değişik faktörlere ağırlık kazandıracak kadar farklı farklı yorumlanması mümkün olabilmektedir.
Sosyal bilimlerin çok faktörlü ve kültürel farklılıkları bünyesinde barındırmasından dolayı özgün sosyal bilim anlayışı ile araştırıcıların bu değişmelerde açıkça görülen ve her devirde değişen faktörlerden kendi görebildikleri en etkileyici olanlarının tesiri altında kalmaları ihtimali bulunmaktadır(Bilgiseven 1994 :13).Bu bağlamda mukayeseli sosyal bilim çalışmaları önem taşır hale geldiği söylenebilir.
Mukayeseli çalışmaların birinci ve vazgeçilmez koşulu, mukayese edilen elemanların kendi iç tutarlılığa sahip olmasıdır. Bir toplumun medeniyet kültür ve sisteminin tam olarak anlaşılması ve tanımlanması ancak ve ancak o topluma ve o toplumun diline özgü semantik çerçeve ve oluşumunun yakinen bilinmesi ve kavramlara yüklenilen mana ve değerlerin bu çerçeve içinde geliştirilmesi ile mümkün olabilir. Evrensel standartlara sahip bazı teknik kavramların geliştirilmiş olduğu kabul edilse bile, özellikle(Davutoğlu 2005:220), mukayeseli çalışmalara konu olan anahtar kavramların, kültür bağımlı ve dil bağımlı oldukları için tamamıyla özgün bir nitelik taşıdıkları açıktır.
Bu anahtar kavramlar tarihi-kültürel süreklilik içinde ortaya çıkan ve kendi içinde kesin bir tutarlılığa sahip “özel semantik alanların” ürünleridir. Herhangi bir kavramı ait olduğu “semantik alandan soyutlayarak incelemek” veya sözlük anlamı ile tercüme etmeye yönelmekle “ne her hangi bir kavram gerçek manası ne de bütüncül semantik sistemin içyapısı anlaşılabilir”(Davutoğlu 2005:221).
Sosyal bilimler kültüre bağımlı olarak açıklanma niteliğine sahiptirler. Bu nedenle “sosyal bilimler evrensel kanunlara değil, ancak ve ancak kültür bağımlı genelleştirmelere ulaşılabilir”. Bunun doğal sonucu olarak, Batı entelektüel geleneğinin ürünü olan sosyal bilim teorileri ve sosyolojik çevrelerin Batı dışı diğer toplumların sosyal fenomenlerini anlaması ve söz konusu olan fenomenler konusunda evrensel geçerliliğe sahip genelleştirmelere ulaşabilmesi oldukça zordur. Yani “dünyanın çok küçük bir köşesinde geliştirilmiş olan sosyal bilimler evrensel bir şema olarak son derece sınırlı ve yetersiz kalmaktadır”(Davutoğlu 2005:227).
Bu bağlamda Batılı kavramlar, diğer medeniyetlerdeki muadillerine göre temelde zihniyet kökenleri itibariyle farklılık taşırlar. Batı’nın, “bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, hürriyet, hukuk nizamı, demokrasi, serbest piyasa ve kilise ve devletin ayrılması konularındaki sosyal bilim mahreçli fikirleri”, İslam medeniyetinde ve onun sosyal bilim zihniyetinde ve kavramsallaştırma dinamiklerinde önemli bir etki uyandırmamakla birlikte Batı dışı diğer toplum ve inanışlarında örneğin; Konfüçyüz, Japon, Hindu, Budist, veya Ortadoks gibi kültürlerde ekseriya fazla bir yankı ortaya koyamamaktadır. Çünkü bu toplumların sosyal biliminin temellerini oluşturan zihniyet-kültür etkileşimi farklı bir cepheden olaya, insana ve topluma yaklaşmaktadır. Günümüzde artık, Batının bu sosyal bilim kavramlarını yaymak ve sosyal bilim yolu ile diğer kültürleri kendisi gibi düşünmeye yönelik çabaları için sarf ettiği gayretler, “bedel olarak” yerli/milli+manevi değerleri yeniden husule getirmektedir. “Harry C. Triandis farklı toplumlardaki değerleri konu alan 100 mukayeseli incelemenin bir değerlendirmesini yaptığında ”Batı’daki en mühim değerleri, dünya çapındaki en ehemmiyetsiz olanlardı” neticesine varmıştır.
Modern demokratik hükümet Batı’da doğmuştur. Batılı olmayan toplumlarda geliştiği zaman, ekseriya Batı kolonyalizmi ve tesirinin bir mahsulü haline gelmiştir”(Hungtinton 2006: 42). Böylece özgün sosyal bilim ihtiyacı, Batı dışı toplumlar için milli kimlik ve milli kalkınmanın oluşması, onların yeniden üretilmesi için gereklilik taşıyan en temel makro sosyolojik sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu aşmak için öncelikle sosyal bilimlerin yöntem farklılığı üzerinde durulması gerekmektedir.
Bu yaklaşıma karşılık Batı medeniyeti de medeniyet iddialarını devam ettirebilmek için sosyal bilimleri hukuk, felsefe ve tarihten soyutlayarak bilimselleşmeyi garanti altına almak istemi, Batı’da ciddi bir teori kısırlığa yol açmışlardır. “Metodizm” adını verebilen bu tavır metodistler ve teoristler şeklinde bir kamplaşmaya da yol açarak Batı(Davutoğlu 2005:217) düşüncesinde ciddi bir teorik yüzeyselliğe ve metodolojik açmaza sebep olmuştur.
Sosyal bilim anlayışındaki söz konusu bu metodik farklılığın /sorunun, Batı medeniyeti ile Türk sosyo-kültürel yapısı açısından mukayeseli olarak ele alındığında, metot farklılığının sosyal düşünce farklılığını, dolayısıyla zaman ve mekân algılamasındaki zihni temellerdeki farklılığı ortaya çıkardığı görülür.
Esasında bu sosyal yöntem mücadelesinin mahiyetini Batı medeniyetinin insan=madde formatlı materyalistik düşünce temellerinde görmek mümkündür. Bunu analitik olarak ele alıp Türk toplumunun milli+manevi merkezli sosyal bilim/düşünce yönteminden farklılığı(insan=madde+mana birlikteliği) ortaya koymak gerekmektedir. Ancak bu farklılığın bilinmesi fark edilebilir olmasından sonra, modernleşme kuramının dayatmalarına karşı teorik olarak anlamlı, özgün bilim anlayışına güven duyucu sistemik bilgi inşasının yolu açılabilsin. Bu özgünlüğün oluşabilmesi için öncelikle Batı medeniyetinin modernleşme dayatmalarının temelini oluşturan aydınlanma merkezli sosyal bilim/düşünce anlayışının felsefi-sosyolojik temelleri ortaya konması gerekir. Aydınlanma ve sonrasında pozitivizme karşı bilgi üretilmesi için bu Batı medeniyetinin temel materyalistik düşünce sistematiğini tanımak gerekmektedir. Buna göre;
18.yüzyıl Aydınlanma felsefesi, tabiat kanunlarının düzenliliği, sürekliliği ve benzerlik gösterme özelliğini ve salt aklı, bilimsel bilgi üretmenin temeli olarak kabul etmiştir. Bu felsefe,19.yüzyılda pozitivist felsefenin kurulmasına yol açmıştır. Pozitif felsefe, 19.yüzyılda sistemleşen liberalist kapitalizmin temel felsefi düşüncesini oluşturarak, liberalist-kapitalist zihniyet merkezli endüstriyel girişimciliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Tabiat kanunlarından esinlenerek geliştirilen sosyal bilim anlayışının ortaya çıkardığı yapısal değişme, aynı zamanda sanayi çağını yani modernizmi ifade etmektedir(Şimşek 2008: 134-135).
İlk kurucu sosyologlardan günümüze sosyologlar, bilginin toplumsal özelliği üzerinde durmuşlardır. Bilgi sorunu epistemolojinin “insan bilgisini” doğrudan insan teki(egosantrik birey algısı) ile açıklandığı bilgi sorunu, Marsks’da ; sınıf ve ideoloji, Durkheim’de ; kolektif bilinç, Weber’de rasyonalite kavramalarıyla, izah edilmektedir. Ayrıca A.Comte’da, Aydınlanma düşüncesinden esinlenerek kurmuş olduğu pozitivist felsefenin Batı toplumunu “Üç Hal Yasası”na göre açıklar. Bu “üç hal yasası”na göre Batı toplumu(Türk toplumu için bu süreç geçerli olamaz, dolayısıyla üç hal yasasına göre Türk toplum yapısını değerlendirmek bilimsel hatalara yol açmaktadır) önce teolojik sonra metafizik ve en sonunda da bilimsel düşünüşün hâkim olduğu pozitif aşamaya ulaşacağını belirtir. Buna göre A. Comte insanlığın ilk devirlerinden M.S. 1300’lere kadarki süreci teolojik aşama olarak belirtir. Teolojik aşamada toplumda asker ve monarşik siyasal organizasyonlar ortaya çıkar. Toplumun önder tipleri askerlerdir. Askerler ve monarklar sosyal itibar açısından toplumda en önde olduklarından, bunlar, monarşik yapının oluşmasını sağlarlar.
M.S. 1300 ile 1800 arası dönem metafizik aşamadır. Metafizik aşamada ise kilisenin(Batı toplumu olduğu için) ve hukukçuların egemenliği bulunur. Bu toplum tipinde önder tipler din adamlarıdır(Comte 1964:19).
Comte’nin üçüncü toplum tipi ise metafizik toplum aşamasından sonra gelir. Bu aşama M.S. 1800’lerden sonraki süreci ifade etmektedir. Ancak pozitif aşamada ise toplumun sosyolojik önderleri, tabiat kanunlarının özelliklerini sosyal bilime aktaran pozitivist bilim adamları ve aydınlanma düşüncesinin beslediği “bırakınız yapsınlar”cı pozitivist liberalist-kapitalist iktisat zihniyetine sahip girişimcilerdir. Bu aşamada toplumu, pozitivist felsefi düşünceye sahip bilim adamları ve liberalist-kapitalist zihniyete sahip girişimciler yönetmelidir(Şimşek 2007:224).Dolayısıyla bu aşamada pozitivist düşünen bilim adamı ve liberalist-kapitalist bir sanayi anlayışı etkin konumdadır(Comte 1964:20). 19.yüzyılda Batı medeniyetinde A.Comte, bu bilim anlayışından hareketle bilimsel yöntemini, “toplum, değişmeyen kanunlara tabii bir nizam meydana getirir” ifadesiyle doğrulamacı bilim yönteminden hareketle(Freund 1997:42), sadece tümevarımsal bilginin kullanılmasıyla, bilimsel bilginin elde edileceğini söylediği anlaşılmaktadır.
20.yüzyılın başında ise A.Comte’nin insan zihniyetinin gelişim evrelerini teolojik, metafizik ve pozitif(bilimsel)süreçlerle açıklayan bu yaklaşımı ile “sosyal bilim anlayışının ve mutlak bilimselciliğin öncüsü” olmuştur denebilir(Davutoğlu 2005:216).
Karl R.Popper’ da “Tarihselciliğin Sefaleti “adlı eserinde pozitivizmin, bilimsel bilgi üretmesinde kullandığı gözlem, deney, ampirizm, doğrulanabilirlik veya tümevarım metoduna ciddi eleştiri getirmiştir. Pozitivizmin tabiat kanunlarındaki süreklilik ve düzenli tabiat olaylarının gelişimini gözlemleyerek, bu düzenlilik ve sürekliliği sosyal bilimlere aktararak önceden elde edilen bu tür bilginin (öndeyi de bulunmanın) bilimsel bilgi olduğu görüşüne Popper şiddetle karşı çıkmıştır(Şimşek 2007:226).Popper Tümevarım yöntemin bütünüyle anlamsız bularak, onu “olasılık” kavramı içinde değerlendirmelerini reddetmektedir. Çünkü özelden genellemelere ulaşılmış önermelere belirli bir olasılık miktarı yüklense dahi, bunu savunmak için belli ölçülerde değiştirilmiş olsa bile yine bir tümevarım ilkesine müracaat etmek gerekmektedir. Bu ise; tümevarım ilkesinin mantığının diğer biçimleri gibi “olasılık mantığı” da sonsuz geri gitmelere veya Apriorismus denilen önselciliğe götürecektir(Popper 2003:54). Böylece Comte’cı tümevarımsal bilim anlayışını, Karl R.Popper çok ciddi tenkit ederek pozitivizmin, bilimsel bilgi üretmesinde kullandığı gözlem, deney, ampirizm, doğrulamacı veya tümevarım metodu ile bilim yapmanın yetersizliğini ortaya koymuş olmaktadır(Davutoğlu 2005:216).
Batı da 18.yüzyıl Aydınlanma düşüncesine ve buna bağlı gelişen 19.Yüzyıl pozitivist felsefesine karşı ciddi eleştiri getirenler olmuştur.Bunlardan birisi E.Boutroux dır.
E.Boutroux, 1874’de “Tabiat Kanunlarının Zorunsuzluğu Üzerine” adlı eserinde pozitivizmin toplumun değerler alanını tabiat kanunlarının sürekliliği ve tekrarlanıcılığını kullanarak sosyal alanı, bu “zorunluluk” kanunlarıyla tanzim etmesine karşı çıkar. Bunun içinde ahlak alanındaki “zorunsuzluğu” göstermek için tabiatta meydana gelen fiziğin, kimyanın, mekaniğin, biyolojinin, matematik ve fizyolojinin ilgi alanlarında aslında bir “zorunluluk” dan değilde “zorunsuzluktan” bahsedilmesinin gerekli olduğunu belirterek bu düşünceyi isnat ederek pozitivist zorunlulukçuluğu eleştirmiştir(Şimşek 2007:225).
T.Khun’da yakın dönemde, Aydınlanma düşüncesinden beslenen pozitivist felsefeyi eleştiren düşünürlerdendir.
T.Khun, bilim tarihini, bilimsel girişimin kesintisiz bir birikimi şeklinde olmayıp, bunun tam zıttına bilgiyi büyük kesintilere hatta kopmalara uğratan devrimci dönüşümlerle yani paradigmatik geliştiğini belirterek, pozitivizmin ampiristik bilgi metodolojisini eleştirir.
Böylece 19.yüzyılda A.Comte, Aydınlanma düşüncesinden esinlenerek bilimsel bilgiyi sadece “dış”(madde veya nesneye)a bakan, onu inceleyen doğrulanabilirlik adı altında tümevarımcı bir yöntemle ele almıştır. 20.yüzyılın başlarında Popper ise buna karşı çıkarak asıl bilimsel bilgi, bilginin yanlışlanması sonucu elde edilebileceğini söyleyerek tümevarıma karşı, sadece tümdengelim metodunu savunmuştur.
1960’larda T.Khun’ ise bilimsel bilginin ne sadece tümevarımsal nede sadece tümdengelimsel yolla elde edilemeyeceğini ifade ederek, daha önce ifade edildiği gibi paradigma kavramı yolu ile bilimsel bilginin, sıçramalar yoluyla elde edildiğini belirtmiştir. Yani bilimsel bilgi hem tümevarım hem de tümdegelimin ikisinin “birlikteliği”nde ele alınmasıyla ancak oluştuğunu belirtmiştir(Şimşek 2007:227).
Aydınlanma ve pozitivizmi şiddetle eleştiren gruplardan bir başkası ise yorumsamacılardır. Yorumsama; genel olarak insanın gerçekleştirmiş olduğu eylemlerinin, sözlerinin, meydana koyduğu ürün ve kurumların anlamını kavrama ve yorumlama faaliyetidir. Başlıca yorumsamacılar olarak Dilthey, Weber, Heidegger, Gadamer belirtilebilir.
Söz konusu akımın düşünürlerinden olan Gadamer, Batı sosyal düşünce dünyasından bakarak, yorumsamacı yöntemi, pozitivist felsefi yöntemin tabiat bilimlerinden esinlenerek ortaya koyduğu gereksiz daralmadan kurtarmak için tek geçer yöntem olarak belirtir. Çünkü Gadamer’e göre insanın bilincinin anlamlar dünyasından bağımsız olması mümkün değildir. Dolayısıyla önyargılarla hareket etmek durumundadır. Bunun için anlamayı ilk planda mümkün kılan şeyin peşin hükümler ya da önyargılardır.
Heidegger’de “pozitivizmin nesnellik iddiasını ve onun anlamaya bakışını” eleştirerek insan bilgisinin her zaman öncelikle bir ön-anlama sürecinden geçerek ilerleyebileceğini belirtir. Bunu da kanıtlamak için; insan bir şeyi anlamaya başlayınca “ona sıfırdan” başlamaz, daha önceden oluşan bir “ön yargısı” bulunmaktadır. Böylece “anlama, önceden yorumlanmış olanın yeniden yorumlanması ve yeniden anlamlandırılmasıdır”. Burada yapılacak olan sadece insanın sahip olduğu ön yargıları açığa çıkarmaya çalışmaktır (Duman 2005:194). Bu anlayışa göre Heidegger’in aydınlanma düşüncesinin inşa ettiği pozitivizme, onun bilgi türüne, nesnelliğine yani her yerde aynı olan deney ve gözleme dayalı bilgi yöntemine karşı çıktığı belirtilir.
Böylece Aydınlanma felsefesini,18.Yüzyılda Batı Avrupa ‘da Hıristiyanlığa karşı aklı öne çıkaran bir felsefe olarak, Batı toplumsal yapısının bir yandan Hıristiyan metafiziğinin sorunlu olmasından öbür yandan da feodaliteden sonra serveti elinde bulunduran Yahudi unsurlarının(Sombart,2005: 24) etkisine bağlı olarak geliştiği söylenebilir.
A.K. Bilgiseven ise Türk-İslam medeniyetinin bu sorunu 7.yüzyılda çözüme kavuşturduğuna yönelik izahatlar vererek, hem ”iç”(tümdengelim) in hemde ”dış”(tümevarım)ın ancak birlikte ele alınarak bilginin üretileceğini belirtir. Bu iki bilgi üretme yönteminin yani tümevarım ve tümdengelim metotlarını birleştiren paradigmanın işaretlerini A.K.Bilgiseven, Kuran’da yer alan bilimsel bir ifadeye dikkat çekmektedir. Mülk suresinin 3–4.ayetlerine göre “O,yedi göğü birbiri üzerine tabaka tabaka yarattı… Gözünü döndür bir bak, bir bozukluk görüyormusun. Sonra gözünü iki kez daha döndür bak. Göz (aradığı bozukluğu bulamayarak) hor, hakir bitkin ve ümidini kesmiş olarak sana döner.”Söz konusu açıklamaya göre “Yedi göğün yaratılması”-kâinatın yaratılması; tümdengelim metoduna vurgu yaparken,
”Gözünü döndür bir bak… Sonra gözünü iki kez daha döndür bak “ ifadesi isetümevarım metoduna dikkat çekerken, bilimsel bilginin ancak iki metodik yöntemin “birlikte” kullanılmasıyla elde edilebileceğini ortaya koymaktadır. Böylece “bir”lik düşüncesinden şüphe duyarak, her biri kendi ölçüleri içinde birer gök realitesi olan atomlardan kâinata kadar bütün yaratılmış realitelere(tümdengelim), gözümüzü deneme ve gözlem yoluyla tekrar tekrar (tümevarımı kullanma) yöneltilmesinin gereği belirtilir. Buradan hareketle bu ikisini birlikte kullandıran “bütünleştirici paradigma” ile soyut fakat en geniş ve kapsamlı bir bilgi edinme yöntemine kavuşulmuş olunmaktadır. Buna göre Batı medeniyetinin ve bilim anlayışının ancak 1960’lar da tümevarım ve tümdengelim birlikteliğini kullanmanın gerekli olduğu düşüncesine ulaşmasına karşın, Türk toplumu ise bu paradigmayı, bilim yöntemi olarak Batı’ya liderlik ettiği orta çağ döneminde dahi oldukça rahat kullanmaktaydı. Böylece sadece akıl merkezli bilgi üretmenin yetersizlik taşıyacağı, asıl bilgiye ulaşmanın, tümevarım ve tümdengelimin birlikte oluşturduğu analiz gücüne sahip olmakla gelişeceği söylenebilinir. Bu metodoloji gereklidir, çünkü akılın tek başına bir şeyi meydana getirme özelliği bulunmamaktadır. Yani akıl, örneğin gezegenlerin yörüngelerindeki davranışlarını anlar, fakat gezegenleri ve o düzeni kurmaya yönelik yaratma gücü bulunmadığından, bilginin bütüne sahip olama açısından yetersizlik taşımakta olduğundan bir “sınırlılık” içinde bulunmaktadır. Tek başına akıl merkezli bilgi, bütününe ulaşmada sorun içermektedir. Ancak öte yandan bu durum, aklın önemini “hiç”leme anlamına da gelmemektedir. O’nun bütünü anlamadaki kısmi öneminin de, ihmal edilmemesi gerekmektedir.
Dolayısıyla bir şeyin dışına bakılarak asla tam olarak bilinemeyeceğini onun “iç”ine de nüfuz edilmesi gerekmektedir. İşte tam bu noktada en kapsamlı ve geniş bilgi edinme yolunun bunları(iç ve dışı) kendisine araç edinmiş olan zihniyet analiz yöntemi olduğu karşımıza çıkmaktadır. Böylece zihniyet” konusu, Batı Aydınlanma ve pozitivist felsefenin epistemolojik bilgi yönteminin inşa ettiği kapitalist-liberalist bakış açısına, ondan daha geniş bir bilgi yöntemi ile bakmayı ve olumsuzluklarını daha üst seviyedeki bir toplum düşüncesi (tümevarım+tümdengelim) ile ortaya koymayı başarabilmektedir(Şimşek 2007:226- 228).
Büyük Türk düşünürü Mevlana ise 13. yüzyılda, özgün sosyal bilim açısından medeniyetimizin bilgi üretme sürecini bir anlamda eğitim-şahsiyet inşası etkileşiminden hareketle ele almış olduğu ifade edilebilinir.
Mevlana’ya göre bireyin, sadece başkalarının bilimini tekrarlamakla yetinmeyip bizzat kendisinin faraziyeler kurarak bunları inceleyebilmesinin ruhundan fışkıracak ilhamlara bağlı bulunduğunu belirterek, çağımız düşünce adamlarının milli+ manevi kültür birlikteliği - eğitim-sezgi-birey ilişkisine yönelik fikirleriyle tam bir paralellik ortaya koyarak, medeniyetimizin, özgün sosyal biliminin temel dinamiklerine dikkat çekmekte olduğu söylenebilir. Mevlana’nın bu bilim yöntemine yönelik düşüncelerini 20 asır düşünürleri de savundukları gözlenmektedir.
Mevlana insanın şahsiyetini şekillendiren ve onu “büyük adam” yani büyük bilim adamı, büyük sanatkâr, hatta bir dahi haline getirebilen faktörün “akla uyan” değil “akla yön veren ruhi güç “olduğunu belirterek, taklitçi olmayan özgün bilim- erdemli insan/büyük adam ilişkisine dikkat çekmektedir. 20.yüzyılda Beweridge ise bu konuda bilim insanının sezgiye ulaşması için incelediği konuya aşk derecesinde bir ilgi ile bağlanmasının gerekli olduğunu belirtmektedir (Bilgiseven 1992: 24–26). Buna göre asıl bilim icat edici unsurun, akla yön veren ruhi güç bağlamında gerçekleştiğine dikkat çekilmektedir. Böylece Mevlana’nın eğitim ile bireyin şahsiyetinin gelişmesinin özgün bilim potasında gelişimine yönelik etkileşimi, modern bilimce de artık kabul edildiğinden, söz konusu olan eğitim-şahsiyet inşacı yöntemi, zamanımızdan yaklaşık yediyüz yıl öncesinde oldukça doğru tespit ettiği anlaşılmaktadır. Bu da göstermektedir ki; Türk sosyo-kültürel sisteminin özüne uygun eğitim-insan şahsiyetinin özgün değerlere dayalı bilim inşasına yönelik bilginin, kültür bünyesinde mevcut olduğundan, günümüzde bunun yeniden yorumlanması gerekmektedir. Bu gereklidir, çünkü ancak bu yolla kalkınmış bir toplumu oluşturmak için, ruhi güce dayalı aklı, en üst seviyede kullanabilecek insan yeniden üretilebilinsin. Böylece de toplum kalkınması sağlanmış olur. Bunun sonucunda söz konusu toplum, diğer toplumlara göre de daha ileri bir noktaya yükselerek,”lider toplum” olmayı gerçekleştirmesi söz konusu olabilir.
Sonuç itibariyle Türk toplumunun özgün medeniyet anlayışına dayalı bir toplum inşası için, kültürünün özüne uygun olarak İslam medeniyeti ve Türk Kültür özelliklerinin birlikteliğinden hareketle yeni bir sosyal bilim anlayışını Türk Toplumu açısından hedeflemesi gerekmektedir. Ancak bu yolla milli+manevi merkezli anti-liberal zihniyet içerikli insan tipinin yani toplumun “erdemli insanları” yada “BÜYÜK ADAMLARI”nın ortaya çıkması mümkün olmaktadır. İşte bu insan tipi, 21.yüzyılın muhtemelen ikinci onlu yıllarının sonlarına doğru yeni bir kalkınmış toplumun/lider toplumun kurulması sürecinin gerçekleşmesini mümkün kılmaktadır. Böylece de toplumun değer-ahlak merkezli milli+manevi aklının korunması ve gelişmesi sağlanabilecektir. Buna göre Türk toplumu açısından özgün sosyal bilim anlayışı, Batı felsefesini de bilen, ancak sadece bununla hareket etmeyen yani taklitçi olmayan aydınının kendi milli-manevi kültür kodlarından hareketle, disiplinler arası ilişkiyi de dikkate alan bir mahiyet taşımasını içermektedir. Özgün sosyal bilimin, toplumun kültür ve zihniyet dünyasını yansıtması ve yerli bilgiyi içermesi yeteneğinden dolayı toplum-devlet-insan bütünleşmesini sağlamadaki en temel müessir olması gerçeğini idrakle,bilimden toplum kalkınmasına giden yolun açılması böylece gerçekleşmiş olabilecektir. Buna göre Türk toplumu, yeni dünya ilişkilerine, özgün bakıştan hareketle bilgi üreterek, süreci anlama, çözümleyici bilgi üretme ve gelişmeleri kendine lehine çevirebilme kişiliğine sahip olarak, lider toplum inşasını gerçekleştirebilir bir noktaya taşınması mümkün görülmektedir. Bunun en önemli ip uçları ise günümüz Türkiye’sinin dış dünya ile ilgili tavırlarının uluslararası alanda yeni bir vizyon bağlamında kabul görmesinden anlaşılabilmektedir.
KAYNAKÇA